Hazım Sağıye
TT

Bizde ve başkalarında gücün dili hakkında

İran ve ona bağlı örgütlenmeler, Ortadoğu'da ve dünyada iyi bilinen bir siyasi dil geliştirdiler, ancak bunu eşi görülmemiş bir aşırılıkta kullandılar. Her gün şunu duyuyoruz; vurduk ve vuracağız, hedef aldık ve alacağız, dönerseniz döneriz… Tahran ve müritleri sık sık ve çok hızlı bir ritimle kullandıkları bu dili yaksalar da müritleri arasında etkinliğinin pek azalmadığı görülüyor. Daha da şaşırtıcı olan, İsrail'in (İran, Rusya, Hizbullah güçlerinin yanı sıra Esed ordusunun "tamamen hazırlıklı ve hazır" olduğu) Şam ve çevresine peş peşe yaptığı saldırıların, mahallenin kabadayısının tehdit dilinde hiçbir değişiklik yapmaması. Ne açıklamaların ne de onlara inanma ve onaylamanın hızı düşüyor.
Bu dil, az üreten bir bölgede en çok üretilen meta haline geldi. Madem ki “Düşman sadece gücün dilinden anlıyor” ve düşmanlıkları bitmiyor, onu bu kalıcı dil ile topa tutmalıyız. Viyana'daki nükleer müzakerelerin bir tür komaya girmesiyle birlikte büyük ihtimalle, önümüzdeki günlerde bu dilden açıklamaları daha fazla duyacağız. Bu dilin sahiplerinin neden ona bağlı kaldığını ve sıkıcı bir şekilde tekrar ettiğini anlamak zor değil. Bu güçlerin insanları boyunduruk altına alma ve onlara boyun eğdirme ihtiyacı, bu amaç için ideolojik veya fanatik ortak paydalar kullanılsa bile, alıcı ve dinleyici için uyuşturucu rolü oynayan güç dilini sürdürmelerinin temelidir. Gerçeklik sadece söylenenlerin tam aksini gösterse de her şeye rağmen dinleyicilerdeki bu inanma isteğinin boyutunu anlamak daha da zor.
Büyük bir bölümü mezhepçi fanatizmin ürünü olan sadakat, körlüğün gerektirdiğinden daha fazla bir körlüktür. Elbette, tüm bu türdeki sadakatler gibi, her rasyonel olanı, kıyas, karşılaştırma veya muhasebeyi engeller. Daha geniş çevre ve yakın tarihi tarafından üretilen diğer unsurlar da bu arada üzerine düşeni yapar. Hayal kırıklığı, kendisini gücün getirdiği söylenen zaferi talep etmekte ısrar eder. Bu durumda hayal kırıklığının derecesi, körlüğün derecesinden daha az değildir. Kuşkusuz ister basitlik ve zayıflık ister tarafların güçlerine ve zaferlerine ilişkin anlatılarına inanmayanlara verdikleri ceza korkusundan dolayı, yalanlara inanmayı zorlayıcı bir boyun eğme her zaman vardır.
Bu unsurlar genellikle iki etkili gerçeğin yanında bulunurlar; birincisi, güç kullanımı bir işgal veya saldırının bizi kendisine mecbur bıraktığı bir zorlama olarak sunulmaz. Sebeplerinden bağımsız ve başlı başına şanlı, haysiyet, cesaret, mertlik ve benzeri niteliklerden müteşekkil bir özle bağlantılı bir eylem olarak takdim edilir. İkincisi, güç kullanımı, varsayılan nedenlerinden ayrıldığı gibi, varsayılan amaçlarından da ayrılır. Dolayısıyla, hangi misyonu gerçekleştirmenin Lübnan'daki direnişi durduracağından veya hangi başarının İran'ın 1953'te Muhammed Musaddık'a karşı yapılan darbenin "intikamını" almayı sağlayacak başarından kimse emin değil.
O halde bu, tarihe, yani belirli nedenlere ve belirli hedeflere bağlı olmayan başıboş bir güç kullanımıdır. Başıboşluğunun büyüklüğü diğer şeylerin yanı sıra, gerçekten başarılı olma zayıflığının ve giderek kötüleşen koşullar altında aynı yerde gidip gelmenin anlamlı bir ifadesidir.  Bu yüzden denildiği gibi kıyamete kadar “mücadeleye devam edeceğiz” ve “kurtarmayı sürdüreceğiz.”
Gücün bu büyüsünün yarattığı sürprizi ikiye katlayan şey, Rus-Ukrayna savaşında, gücün her zaman güçlü olmadığını veya gücün gücünün katı sınırları olduğunu keşfetmemiz. Bu savaş, bir bakıma, bu sınırlara dair anlamlı bir dersti; Batı, bazılarının üçüncü dünya savaşı olarak gördüğü daha büyük bir savaş korkusuyla Ukraynalılara istediği tüm askeri yardımı sağlayamıyor. Tüm askeri güçleri ile Ruslara gelince, birçok düşünce ve hesaba göre milimetrik şekilde ilerliyorlar. Buna bir de sınırlı kapasiteleri ekleniyor (öyle ki bazı zeki şakacılar şöyle diyorlar; Rusya'nın dünyanın en güçlü ikinci ordusuna sahip olduğunu düşünürdük, Ukrayna'da ikinci en güçlü orduya sahip olduğu ortaya çıktı). Gücün sınırları, savaşta bilim ve teknolojinin rolünü ikiye katlar. Bu rol arttıkça ki artıyor da, İran veya Rusya gibi yalın anlamıyla gücün etkisi başka bir güç kavramı lehine azalıyor. Uzun süreli gerilla savaşları ile halk kurtuluş savaşları olgusunun yalnızca böyle bir dönüşümün başlangıcı ve buna karşı bir önlem olarak doğduğunu belirtmeliyiz. Bu savaşlarda bilim ve teknolojinin savaştaki rolünü aksatmak görevi, irade, doğa ve sayıya verilir. Ama artık İspanya'nın Napolyon'a direnişi, Cezayirliler ile Fransa arasında ya da Vietnamlılar ile ABD arasındaki savaş döneminde yaşamıyoruz. Enver Sedat, başkan yardımcısı iken, cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’ın “güçle alınan ancak güçle geri alınır” sloganını duymuştu. Ancak Sedat onun yerine geçtiğinde diplomasi yoluyla Sina'yı, uluslararası tahkim yoluyla da Taba şehrini geri aldı. Ekim 1973 Savaşının temsil ettiği güç kullanımına gelince, onu barış stratejisinde yalnızca bir taktik olarak kullandı.
Buna ilaveten, gücün savunucuları, savaşın askeri çatışmaların sona ermesinden sonra da sürdüğünü söylerken bazen haklılar. Ancak bu her zaman zıt yönlerde gerçekleşir. Örneğin, bağımsızlık sonrası sağlam ve uygulanabilir bir statüko tesis edememe halinin devam ettiği Cezayir'de, Fransa ile gerilim başka şekillerde devam ediyor. Daha sağlam ve başarılı bir statükonun tesis edildiği Vietnam'da ise, geçmişle ve dünün düşmanı ABD ile uzlaşma konusunda uzun bir yol kat edildi.
Son olarak, Almanlar ve Japonlar gibi ABD'ye yenilen “zayıfların”, Kamboçyalılar, Kübalılar ve Kuzey Korelilerden sonra Afganlar gibi ABD'yi yenen “güçlü”lerden kıyaslanamayacak kadar daha mutlu olduklarını itiraf etmeliyiz. Bu nedenle acı çekmekten bıkmış olan İranlıları endişelendiren Tahran, Amerika'yı yenmek yerine gücün yüceltilmesini sınırlamak için çabalarsa daha iyisini yapacaktır.