Abdulaziz Tantik
TT

Sınırlar…

Bir şeyi diğer bir şeyden farkını ortaya koyan şey sınırıdır.
Sınır, iki şey arasındaki ayrımı ortaya koyduğu gibi şeyin neliğini ortaya çıkaran bir özellik ortaya çıkartır. Sınırlar, aynı zamanda farkları işaret eder. Fark ise; farklılığı izhar eder.
Kimlik, kendi sınırları içinde ve taşıdığı farklar üzerinden tanımlanır. Sınır, iki şeyi bir birinden ayırır. Birinin diğerine benzemeyen taraflarını açığa çıkartarak farklılığını ortaya koyar. Sınırlar, şahsiyetin belirginleşmesini ve kendine özgülüğünü gösterir. Bir şahsiyetin inşa sürecinde kişinin kendisi olması bağlamında kendi sınırlarını kalın bir şekilde çizmesi ve farkını ortaya koyması ile belirginlik kazanır. Şahsiyetin belirleyiciliği, taşıdığı kültürün farklılığı ile de kesinlik oluşturur.
Bir kimliği inşa eden şey kültürdür. Bu kültürü belirginleştiren şey ise onun taşıdığı sınırlar ve bu sınırlar içinde oluşturduğu kendi derinliğidir. Kültürün derinliği ise diğer kültürlerden farkını belirginleştiren farkın derinliğidir.

Sınır, her şey için hayati derecede önemli bir olgudur.
Yaşamın üzerine bina edildiği zeminin değişime yaslanması ve kendi sürekliliğini belirginleştirmek içinde sınır olmazsa olmaz şart olarak öne çıkar. Hem sürekliliği hem değişimi belirleyen şey sınırın kendisidir.
Sınırın önemi, her alanda derinlemesine ele alınmalı… Sınır üzerine bina edilen yaşamın hem seyrini, hem içeriğini, hem oluş, olma ve yok olmayı da içeren geniş bir alana sirayet ettiği…  Din, kültür, medeniyet, birey, toplum, cemaat, kişi, benlik, şahsiyet, zat, sıfat, istikamet, yöneliş, varlığın katmanları, bitki, hayvan, insan ve türevleri de dâhil ulûhiyet ve ubudiyet arasındaki farkı da göstermesi bağlamında sınır vazgeçilmezdir.
Metafizik anlamda hakikatin farklı yansımalarını doğru bir şekilde anlamak, anlamlandırmak ve yorumlamak için gerekli olan şey sınırlarını doğru bir şekilde betimlemek ve ona göre hareket etmeye çalışmaktır. Bir metafizik ilke olarak sınır; Tanrısal olan ile yaratılmış varlık arasındaki farkın açıklamasını sınır belirler. Kuran, Allah’ın isim ve sıfatlarını aktarırken, Zat olarak varlığının asla idrake konu edilemeyeceğinin sınırını ortaya koyar. Zat olarak Allah, sahip olduğu her şeyi tek, benzersiz, eşi ve benzeri olmayan, doğmayan, doğrulmayan bir gerçeklik olarak denginin de olmadığını belirginleştirerek kafalara çivi gibi çakar. Bu sınırlar ile Allah ve Yaratıcı Kudret olarak Yaratılmış varlık arasındaki sınır açık bir şekilde çizilir. Böylece kulluğun yerine getirilmesi, sadece yaratılmış varlığın içinde seçilmiş insana mazhar olduğu gerçeği/hakikati açığa çıkartılır. İnsan ve diğer yaratılmış varlıklar arasındaki fark da sınırlarının çizilmesi üzerinden temellenir. Yaratılmış her varlık, kulluğunu kendi yaratılmış fıtratı üzerinden gerçekleştirir. Ama insan, iradi bir varlık olarak özgür ve sorumluluğu üstlenmiş bir yaratılmış insan olarak bunu üstlenerek yapar. Zaten fıtratının gereği olanı doğal olarak yerine getirmektedir. Ama iradi kulluğun karşılığı cennet olarak belirtilmektedir. Bu da insan ve diğer varlıklar arasındaki farkı gösterir. Sınırlar, insan ve diğer varlıklar arasındaki farkı gösterir. Şeytan, melek ve insan arasındaki farkta sınırları tarafından belirginleştirilir.
Bir düşüncenin diğer düşünceden farkı da sınırlarının keskinliği ve kesinliği üzerinden tanımlanır. Düşünceler, kültür ve medeniyetler oluşturur. Farklı medeniyetlerin birbirinden farkını da taşıdıkları sınırlar belirler. Bu da bize kültür ve medeniyetin üzerine bina edilen düşüncenin taşıdığı ilkelerin farklılığını açığa çıkartır. İşte bu farklar ancak taşıdıkları sınırları dikkate alınarak tespit edilebilir. İlahi din ile beşeri dinler arasındaki farkta sınırlar tarafından ortaya konur. İlahi din; vahiy, Cebrail aracılığı ile gönderilmiş seçilmiş bir kul olan Peygambere gönderilen bilgiye dayalı olandır. Beşeri dinler ise, ister vahyin kırıntılarına dayansın, ister düşüncenin zemini olan ilkelerin akli varsayımlarına dayansın, kendi sınırlarını ortaya koyduğu kaynağın farklılığına göre biçim kazanır ve kültür ile medeniyetini tasarımlar. Bu ayrımlar, sınır üzerinden belirginlik kazanır. Aynı din, kültür ve medeniyet arasındaki yaklaşım farkı, ekol ve yöntem farklılığı da yine taşıdığı sınırlar içinde farklılığını izhar ederek kendini tanımlama imkânı sunar. Böylece ekoller, mezhepler, yaklaşım farklılıkları kendi sınırlarını işaret ederek farklılaşır ve kimlik kazanırlar.
Cinsler arasındaki fark da öyledir. Kadın ve erkek, çocuk, ergen, genç, orta yaşlı veya yaşlı derken kastedilen şeyleri belirginleştiren de taşıdıkları sınırların açıklığıdır. Sınırlar, onları birbirinden ayrıştırır, farklılaştırır ve yeniden tanımlama imkânı sunar. İşçi, patron, memur, amir, çiftçi, esnaf, zanaatkâr, sanatkâr, âlim, aydın, entelektüel, gazeteci, bilim adamı, araştırmacı vesaire gibi temel meselelerde de sınırlar belirleyici ve birbirinden ayrıştırıcı bir özellik taşır. Böylece farklılığın yaşamı renklendiren boyutu sınır üzerinden ortaya konur.
Kavimler, uluslar, ümmetler gibi ırk, cins veya ideallere uyan toplulukları birbirinden ayıran şey de sınırlarının kalın bir şekilde ayrışmasıdır. Her kavmin kendine has özellikleri belirgin olur. Her ulusun dayandığı bir toprak, ideoloji ve yönetme erki; toprak burada sınırların çizimidir. Bir ulus devleti diğer ulus devletten ayrıştıran şey onların taşıdığı ve kendilerine ait kıldığı sınırlarıdır. Barış ve savaşın nedeni de bu sınırlardır.
Bir toplumsal yapıda meydana gelen farklılığı da sınırları belirler. Toplumsal katmanların birbirine yönelik ilgisi, ilişkisi, bağı sınırların açıklığı ile temellendirilir ve bir diyaloga kapı aralar.
Yani sınır, her olgunun, her kümenin, her topluluğun, her söylemin, her siyasetin, her politik tutumun, her felsefi bakışın yekdiğerinden farkını ve kendi iç bünyelerinde oluşabilecek farklılığı da sınır üzerinden betimlememize imkân sağlar. Liderlerin bir birine kıyası, bilim adamlarının bir birine kıyası, âlimlerin bir birine kıyası, kültürün bir birine kıyası da sınırları üzerinden betimlenir ve farkları ortaya konur. Hakikat, gerçeklik, olgu, olay, durum ve eylemin farklılığını da sınırları üzerinden tanımlanır. Hakikatin farklı düzeydeki farklı tezahürleri de sınırları tarafından belirlenir.
Sınır, Yaratıcı ve yaratılmış varlık arasındaki farkı, erkek ve kadın arasındaki farkı, korkak ve cesur olan arasındaki farkı, cömert ve cimri arasındaki farkı, teslim olan ile isyan eden arasındaki farkı, sevinç ile acı çekmek arasındaki farkı, çoğaltılabilir, sınırlar tarafından tayin edilir. Yani sınır yoksa tam bir benzerlik söz konusu olurdu. Bu da sınırların ortadan kaldırıldığı ve değer ile değersizin aynı kefede bulunmasına zemin oluşturarak hiçliğin açığa çıkmasına neden olurdu.
Tam bu noktada eşitlik ile fark arasındaki temellendirme de sınır üzerinden yapılır. İşte modern batı düşüncesi ile kadim düşünce arasındaki temel fark da burada açığa çıkar. Kadim medeniyet ve düşüncede hiyerarşi ve dolayısıyla fark üzerinden sınırlar vardı. Kimlikler, şahsiyetler ve ahlaki yapılar birbirine karıştırılamazdı. İyinin ve ahlaki olanın kendi iç seyrinde bile sınırlar farkı ortaya çıkararak, hep bir adım ileri gidebilmenin imkânları yoklanırdı. Yani, Kadim medeniyet, sürekli kemale doğru bir yürüyüşü, arayışı, hareketlenmeyi zorunlu kılardı. Ve bu zorunluluk, ayrımı meşrulaştırdığı gibi ahlaki bir yarışı öne çıkarırdı. Kıskançlık doğmazdı. Bu çok önemli bir tutumu içerir. Büyüğe saygı bu çerçeve içinde anlamlı olurdu. Anne ve babaya öf bile dememe, anlam kazanırdı, bu sınırlar içinde…
Ama modern düşünce, kendi medeniyetini eşitlik üzerine kurduğu savı üzerine bina etti. Bu eşitlik farklılığı ortadan kaldırarak, her şeyi sıradanlaştırdı. Ahlaki zenginliği ve derinliği yok etti. Eşitlik, gerçeğin dokunulur olmasına zemin hazırladı. Hakikat reel- gerçek olana dönüştürüldü ve gerçek dokunulur olana indirgendi. Bu da hakikatin derinliğini ortadan kaldırdı. Hakikatin katmanlılığını ortadan kaldırdığı için çok sıkıcı ve bu yüzden hızlandırılmış bir hayata sıçrama zorunluluğu doğurdu. Eğlence ve sürekli eğlenceyi farklılaştırma arayışları, kimlikleri, şahsiyetleri yapı bozumuna uğrattı. Her şeyin eşitlendiği bir zeminde fark olmadığı için yabancılaşma kaçınılmaz oldu. Böylece ulûhiyet ile kulluk arasındaki fark da ortadan kalktı. Böylece insan, kendi sınırını aşmaya yeltendi ve kendini hiçliğin girdabına bıraktı. Mutsuz, yabancılaşmış, doyumsuz, istencini yitirmiş, eldekinin kıymetini bilmeyecek bir zemine yaslanmak zorunda bırakılmıştır.
Son dönemde gündeme gelen toplumsal cinsiyet meselesi, cinsiyette de farkın ortadan kaldırılma çabaları, birbirinden kopan bir varlık skalası meydana getirirken, her şeyin benzer oluşu hayatı çekilmez hale getirmektedir. Yaşamın bu ağırlığı karşısında ezilen insanın kendisini uyuşturma arayışı ve düşünmekten kaçınma çabaları, eşitliğin bu yok edici gücünü görme açısından bir şarta dönüşmüştür.