Abdulaziz Tantik
TT

Bizatihi Müslümanlaşmanın zemini sorunlu…

Ülkemizde ve dünyada da son yüz yılın müslümanlaşma serüvenine bakıldığı zaman sorunlu bir alanda varlık kazandığı gözlemlenmektedir. Osmanlı devletinin gerileme dönemi ile birlikte başlayan süreç, yıkılışı ile başlayan yeni tarihsel süreç ve bu arada yenilik arayışları da dâhil sorunlu bir zeminde iş görmektedir. Din ve dine dayalı düşünce ve amel arasındaki derin çatlak, aydın ve Müslüman halk arasındaki çatlak ve devlet ile ahalinin dindarlığı arasındaki çatışma alanları müslümanlaşmayı sorunlu hale getirmiştir.
Osmanlının gerilemesi ile birlikte başlayan yenilik arayışları, dini düşüncede de yenilik arayışlarını beraberinde getirmektedir. Bu arayışları üç türlü yaklaşım üzerinden betimlemek mümkündür. İlki, yeni bir düşünce ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu yeni modern düşüncenin ürettiği sorunlar vardır. Bu sorunların çözümünü ve bu sorunları üreten sorulara verilecek cevapların yeniden din ile dini düşünce arasındaki bağı kurmakta fayda mülahaza edenler. Böylece mevcut soru ve sorunları dini düşünce üzerinden cevaplama çabaları. Bu çabaların ağırlıklı zemini Modernist İslami Düşünce olarak betimlenmiştir. Aralarında farklılıklar olmakla birlikte sorun ve soruna yaklaşım konusunda ortak bir yaklaşım söz konusudur. ‘Kuraniyyun’ olarak kendilerini tesmiye edenler, modernist İslami düşünceyi temel Kaynak Kuran’dan hareketle yeniden kurmayı ve geleneğe mesafe koymayı öncelediler. Geleneği hadis ve tasavvuf olarak öncelediler ve karşıtlıklarını sertleştirerek devam ettirdiler. Bu yeni yaklaşım, entelektüel zeminde bir karşılık buldu. Ancak Müslüman ahalide bir zemin bulamadı.
İkinci yaklaşım ise, aynı soru ve sorunlara Kuran ve hadis üzerinden ama geleneği dışarıda tutan bir yaklaşımla mezhepler öncesi durumu dikkate alan bir Selefilik bakışını eleştirel bir tutum göstererek cevap üretmeye çalıştı. Soru ve sorunlar modernliğin ürettiği sorunlardı. Modern sorunların ortaya çıkardığı ve bu düşünce sahiplerinin gerilemede geleneğin ürettiği kültürün yozlaştırıcı etkisini de dikkate alan bakışla yenilikçi ve radikal bir çıkışı önceledi. Senusi hareketi gibi sufi meşrep veya Hasan el Benna’nın ahlak öncelikli yaklaşımı var olmakla birlikte geleneğe yönelik sert eleştiriler, halk ile bu yeni akımın arasında da bir çatlak meydana getirdi. Modern sorunlara Kaynaklara dönüş yaparak tarihsel bir sıçrama ile cevap arama bu hareketin temel özelliği oldu. Bu da yeni sorunları beraberinde taşıdı. Tarih, gelenek, kültür, anane, örf gibi temel konular din dışı kabul edildi. Kahır ekseriyeti dışlanan bu genel gelenek yeni dönemde ciddi bir boşluk üretti. Ahlak bu zeminde sürekli çözülmeye maruz kaldı. Ahlakı güçlendirecek hareketler de bu yeni duruma ayak uydurmaya çalıştığı için tarikatların içi boşaldı. Kendi gelenekleri ile zıtlaştılar. Tekke ahlaki zeminini muhafaza edemedi. Sınırlı bir zeminde kalan bu işlevsellik, süreç içinde sadece belirli ritüelleri yerine getiren ve şahsi gelişim dinamikleri üzerinde kalan bir yapı olarak durdu.
Üçüncü yaklaşım ise, diğer önceki her iki yaklaşımı bir yozlaşma olarak gördü ve onlardan kaçındı. Ama çözüm noktasında ne kendi geleneğini yenileme başarısı gösterdi, ne de mevcut soru ve sorunlara derinlikli bir cevap ve çözüm sunabildi. Kendini korumaya alırken, kent sosyolojisi bağlamında yeniliğe yönelen Müslüman halk ile kendileri arasında derin bir çatlak oluşturdu. Bu hareketin en temeli, geleneğin en küçük bir birimini bile eleştiriden uzak tutarak yaşama çabası onları çağın dışına itti. Ama kendi sosyolojilerini de oluşturamadılar. Onlarda kendi aralarında farklılaştılar, parçalandılar, birbirlerini eleştirdiler. İşin garip tarafı, tekfir hastalığı en çok bu grup içinde neşvünema buldu.
Müslümanlaşmanın son yüz elli yıllık serencamını bu üç yapı üzerinden okuyabiliriz. Tabii ki daha öznel yapılar da söz konusudur. Ama en temelde bu üç yaklaşım kabaca diğerlerini de içermektedir. Kişisel dindarlık ve müslümanlaşma arayışları, mühtedi olanların oluşturdukları kısa süreli çalışmalar ve çabalar yine de etkileşim üzerinden bu üç akımdan birine nispetle anlaşılabilir olmaktadır.
İslam dünyasının iktidarını kaybettiği andan itibaren, çok güçlü bir işgale maruz kaldıkları muhakkak, ancak bu işgalin en büyüğünün kültürel işgal olduğunu hatırlatmakta yarar var. Neredeyse bütün ülkelerde yeni iktidar biçiminin seküler kültürü kabule yatkın bir iktidar olarak nüfuz kazandığını gözleyebiliyoruz. Birçok ülkede eğitim seküler eğitime dönüştürülmüş durumdaydı. Medrese eğitimi sürse bile sosyolojik karşılığı olan seküler eğitim olmakta, iş ve geleceğe dair beklentiyi o karşılamaktaydı. Bu da Müslüman olmayı öncelemenin ağır bir bedeli olduğunu göstermektedir. Birçok ülkede ise seküler eğitimle yetinilmemiş, yaşamı bütünüyle seküler kılmaya çalışılmış, hukuk dâhil her şeyi seküler kıldığı gibi İslam ve O’ndan neşet eden ne varsa saldırıya maruz bırakılmıştır. İslam yasaklanmasa bile, İslam’a dair olumlu hiçbir şeyi kabule şayan kılmayan bir hukuk sistemi ve sosyoloji inşa edilmiştir. Yeni yetişen gençlerin ise seküler olarak varlık kazanmaları için devletin bütün imkânları seferber edilmiştir. Ülkemizde ve diğer Müslüman ülkelerin birçoğunda İslam yasaklanmasa bile İslam’a dayalı dünya görüşü yasaklanmıştır. Modern düşünceye dayalı dünya görüşünü ise resmi bir kabul ile halka dayatmakta bir beis görülmemiştir. Karşı çıkanlara ise sert cezalar uygulanmıştır. Türkiye’de yeni dünya görüşüne uygun bir yapılanmaya gidilmiş ve dini eğitim bütünüyle yasaklanmıştır. Dil değiştirilmiş, Arapça yerine Latince devreye girmiş ve bütün bir Osmanlı bakiyesi tarihsel bir boşluğa tevdi edilerek yeni duruma adaptasyonu sağlamayı devlet eliyle gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bu arada halk geleneksel yapı içinde Müslümanlığını yaşamakta ama bu Müslümanlığı sosyal hayata taşıma konusunda istekli olanlara yönelik baskıyı gördüğü için ibadetlerini gizli kılmaya çalışmıştır. Bu durumun oluşturduğu travmatik durumun yeterince analizinin yapılmadığını biliyoruz. Daha sonra başlayan süreçte ezanın Arapça okunuşu, imam hatip ve ilahiyatların açılması da beraberinde yeni sorunlar üretmiştir. Bu okullarda her üç yaklaşımın temsilcileri bulunduğu için bir çatışma alanını işaret eder. Ülkemizde ilahiyat ve imam hatip düşmanlığını en çok geleneksel Müslüman kesimler yapmakla birlikte Kemalist ideolojik grup da yapmaktadır.
Mesele derin olmakla birlikte çatışma ve parçalanma içinde müslümanlaşma arayışı da devam etmektedir. Ama bu arayışlar, sürekli bir müdahaleye maruz kalmakta ve iyi niyetle çıkılan yolda travmatik durumların oluşması engellenememektedir. Siyasallaşan, ideolojik angajmanlara yönelen, modernleşen, indirgemeci yaklaşımı kullanan, özdeşlik üzerinden sürekli dini genişleten dil müslümanlaşmayı travmatik hale dönüştürmektedir. Son yirmi yıldır iktidar olan eski İslamcılar, demokratlar, liberaller, muhafazakârlar ve milliyetçiler çözüm yerine sorunun bizatihi kendisi haline geldiler.
Özellikle ülkemizde göç dönemlerini ve bu dönemleri izleyen ahlaki zeminin çürümesini dikkate alarak, Müslüman şahsiyetin nasıl bir derin komplo ile karşı karşıya kaldığını ifade etmek mümkündür. Köyden, kasabadan veya küçük ölçekli Anadolu şehirlerinden büyük şehirlere, yeni adı ile kentlere yapılan göç, desteklenerek büyütülmüştür. Bunu istatistiklerden de görebilir merak edenler. Bu göç yeni seküler yaşamı içselleştirme bağlamında bir ‘ana rahmi’ özelliği taşımıştır. Sağ muhafazakâr iktidarlar döneminde bu göçler daha fazla yoğunlaşmıştır. Tabi şiddet sarmalı, Kürt meselesi de göçü zorlayan etkenler olmuştur. Eğitim kurumları, bürokrasi; yargı, askeri ve devlet memurluğu seküler alışkanlıkların kazanıldığı mekânlar olmuştur. Sonuç itibarı ile dinin görünürlüğünü artıran şeyler, dini ahlakın zaafa uğramasına neden olmuştur.
Altmışlı yıllardan itibaren yeni bir müslümanlaşma dalgası oluşmuştur. Bu dalga üniversitelerde başlamış, okumuş yazmış kesimler üzerinden varlığa kavuşmuştur. Seküler bir eğitimin varlığı ile kaim olan bu yeni müslümanlaşma serüveni, yeni bir sosyolojinin karşılığı olarak şehirli, kasabalı ve köylünün var olma zemini olmuştur. Bu müslümanlaşmanın algısal bir boyutunun varlığı, eğitimin niteliğinin çok zayıf olması, beklentilerin ise fazlalığı yeni bir dalga karşısında erimeye maruz kalmıştır. İster siyasal İslamcı hareketleri ele alalım, ister radikal İslamcı hareketleri ele alalım, ister tasavvuf kültürünü taşıdığını ifade eden tarikatları ve bu tarikatlara dayalı cemaatleri ele alalım, durum değişmeyecektir. Modern soru ve sorunlar ile modern yaşamın dayattığı yaşama biçimi karşısında hepsi özür dileyici veya karşıt saldırgan bir dili kullandıkları için yeni sorunlar yumağına neden oldukları gibi bir ahlaki zemini de inşa edememektedirler.
Bugünde durum pek değişmemektedir. Hatta düne göre bugün dindarlığın kendisi daha saldırgan ve vahşi bir saldırı altında… Pek çok sapkın hareket bizatihi dinin doğasını değişime uğratma uğraşısına destek sunmakta ve gönüllü askeri olmaktadır. Dinin tamamen yeryüzünden silinmesi için başlatılan bir projenin varlığı biliniyor. Çünkü başka türlü kendi iktidarını tam olarak kuramamaktadır. Yeni durum, LGBTi+ diye bilinen grup üzerinden sapkınlığını meşrulaştırma, her türlü ahlaki zemine saldırma, çevrecilik üzerinden doğa, yeşillik ve hayvan hakları ile de insanın kendisini unutturarak onu devre dışı tutmaya yarayan ve mevcut kültürel dokuya eklemlenmeden bir yaşam alanı bulunamayacağı psikolojisini yerleştirmeye çalışılmaktadır. Artık dinin modasının geçtiğini ilan etmek için, dinin asla kabul edemeyeceği sapkınlığı dinin içinde görülmesine yönelik ciddi bir çaba ve gayrete tanıklık edilmektedir. Müslüman eşcinsel, Müslüman LGBTi+ denilerek Hıristiyanlığa uygulanan yöntem İslam’a uyarlanmaktadır.
Dünyada mevcut bulunan bütün kültür ve medeniyetleri seküler kültürün baskısı altında dönüştüren yapı, İslam ve Müslümanları da aynı yöntem üzerinden değişime uğratmaya çalışmaktadır. Bunun bin bir yolunu ve yöntemini uygulamaktan kaçınmamaktadır. Siyasi, iktisadi, kültürel hegemonyalarını da kullanarak bu değişimi sonuca ulaştırmak istemektedirler. Maalesef Müslümanların durumu da pek iç açıcı değil! Hala kendilerini temsil edebilme liyakatine sahip değiller… Bu da onlar açısından durumu zorlaştırmaktadır. Kişisel çabalar olmakla birlikte yeterli güce ve seviyeye gelememektedir. Kendi iç sorunlarını çözemeyen Müslümanların, kendilerine dönük bu güçlü ve saldırgan yapıya karşı direnebilme istidadını gösterebilirler mi? Belirgin değil!
Meselenin bam teli; durumu idrak etme, pozisyonu doğru okuma, hala Müslüman olmayı sürdüren fertlerin varlığını bir imkân ve potansiyel güç olarak görme gibi artılara ve ayrıca modern yaşamın insana dair sunduğu yaşamın kendisinin yetersizliğinin belirgin bir şekilde varlığının önümüzde durmasıdır.
Belki bir yenilik getirerek hep sorulan Müslüman Kimdir sorusu yerine Müslüman Olmayan Kimdir diyerek değilleme üzerinden tespit yaparak Müslüman olmaya bir alan inşa etmek ve bu alanda Müslüman olmayı kendi bütünlüğü içinde idrake konu edinme sağlanabilir. İşte bu başarılabilirse önümüzü görme imkânı doğar. Bir Müslüman, Müslüman kardeşine buğz etmez, kin gütmez, nefret etmez, bilakis, onu sever, yardımcı olur ve onun iyiliğini ister. Müslümanlar kardeştir sözünü dinin kendi anlam alanında yeniden hayata geçirmek şart olmuştur. Siyasal bir karakter yerine dinin kendi anlam alanında ona hayat vererek onu siyasal alana taşınması gerektiği zaman taşımayı öncelemek çok önemlidir. Çatışma yerine uyumu asıl almalıyız. Bunu sağlayacak olan şey ise yine dinin sahih ve sahici anlam dünyasıdır. Bu bize bugünü oluşturan her şeyi dışarıda bırakmayı sağlar. Çünkü yaşam formu, biçim ve ruh olarak bir dünya görüşünün izini ve izleğini taşımaktadır. Bu temel gerçeği ve seküler dünya görüşünün bütün aparatlarının anlamsızlığını derinden kavramak elzemdir. Öyle bir dünya kurulmuştur ki elini kaptırdığın zaman bütün vücudunu kaptırmaktan başka seçenek bırakmıyor sana…
Yine, yeniden ve yenilenerek bir dirilişe yönelmek Müslümanlığımızı ciddiye aldığımızın göstergesi olacaktır.