Hayatta bazı süreçler vardır ki hayatımıza anlam katar veya tam tersine onun anlamını yok eder. Hayattaki bu anlamlılığı belirleyecek olan şey geçmişten ve gelecekten bağını koparmadan ânı doğru yaşamaktır. Çünkü geçmiş ve gelecekten kopuk bir ân yaşantısı, insanları yürekleri daraltan bir hapishaneye koymaktadır. Anın hapishanesine!
Öncesi ve sonrası ile bağı koparılmış bir hayatı şöyle bir örnekle tasvir etmek mümkündür:
“Siz evin bir odasında kitap okuyorsunuz. Diğer odadan gelen çocuğunuzun çığlığı ile tedirgin olup hemen odaya koşuyorsunuz. Çocuk, korkudan büyümüş gözlerle televizyona bakıyor. Siz de bakmaya başlıyorsunuz. Ekranda sakince yemeğini yiyen bir çocuk görüntüsü var. Pek bir anlam veremiyorsunuz çocuğunuzun yüksek sesle çığlık atmasına. Çünkü onu öldürmek isteyen kötü kalpli bir arkadaşının onun yemeğine zehir kattığını bilmiyorsunuz. O sahneyi izlemediniz. Yemeği yediği için biraz sonra öleceğini de bilmiyorsunuz. Bu yüzden siz, ne geçmişini ne de gelecekte neye yol açabileceğini bilmediğiniz bu sahneyi ve çocuğunuzun çığlığının nedenini (ânı) anlamıyorsunuz.”
Geçmişi ve geleceği dikkate almadan sadece âna takılarak yaşanan hayat da, tıpkı önceki sahneleri izlenmemiş ve onların nelere sebebiyet vereceği bilinmeyen bir filmin sadece anlık izlenen sahneyle değerlendirmesi ve ona göre anlamlandırılması gibidir.
Kim tarafından, nasıl ve niçin yaratıldığını, dünyada yaşadığı hayatın bir sonu olduğunu ve asıl yaşanılacak yerin ahiret yurdu olduğunu unutan ve dikkate almayan insanlar da âna hapsolmakta ve her şeyi yaşadıkları ân dilimi içerisinde yapmak istemektedirler. Çünkü bu anlayışta olanlar için tek sıkıntı, zamanın (ânın) geçip gitmesini engelleyememeleridir. Zamanın ve mekânın hapishanesine kendilerini mahkûm edenler şöyle derler: “Bu dünyada yaşadığımız hayattan başka bir hayat yoktur! Yaşarız ve ölürüz. Bizi yalnız zamanın akışı helâk ediyor.”[1]
Dünyadaki yaşam süresini ahiret hayatı için bir aşama olarak değerlendiremeyenler buradaki hayatı bir mahkûmiyet hayatı olarak algılamaktadırlar. Zamanı ve mekânı doğru anlamlandırabilmek için Mevlânâ’nın şu sözleri son derece ufuk açıcıdır:
“Sevgilimin inayeti, lütfu, ihsanı, nûru beni aydınlatmasa, bana yol göstermese, ben nerden geldiğimi, nereye gideceğimi nasıl anlayabilirim?”[2]
Zamanın (ânın) hapishanesinden kurtulmak için hayatı doğru bir okumaya tabi kılmak gerekir. Her ân sadece haz almaya, hızla tatmin olmaya programlanmış, adeta robot gibi yaşayan insanların bu hapishaneden çıkmaları zordur. Bu tip insanlar ancak tatmin olabilirler, mutlu olamazlar. Çünkü hayatın gerçek anlamından kendilerini mahrum bırakmışlardır. Bu durumda olanlar, anlık ve bedensel zevklere sırt dönebildikleri oranda mutluluğun kapısını aralayabilir ve doğru kıbleye yüzlerini çevirebilirler.
İnsan, kendisini içerisinde mahpus hissettiği zamanın bir yaratıcısı olduğunu ve zamanı yaratan Allah’ın bu kavramdan münezzeh olduğunu unutmadan yola devam etmelidir. Çünkü insan acelecidir ve arzuladığı her şeyin bir an önce olmasını ister. Bir işin sonunu sabırla beklemede zorlanır. İstediğinin hemen gerçekleşmediğini gördüğü anlarda nefsi ve hevası onu Rabbinden uzaklaştırıverir. Bu uzaklaşma peşin ve gelip geçici olan dünya nîmetlerini her şeyden daha çok sevmeyle ve sonsuz nimet ve azabın bulunduğu ahiret gerçeğini göz ardı etmeyle[3] neticelenir.
İnsan kendisine verilenlerin ve ondan alınanların bir hayra vesile olabileceği gerçeğini göz ardı ederek sadece an üzerinden düşünür ve kararını verir. Allah’ın bu konudaki rolünü ve belirleyiciliğini unutur. Nitekim Hz. Peygamber davetini Mekke’de insanlara duyururken bazıları, iman edenlerin o ân ki durumlarını dikkate alarak dediler ki: “Ey Muhammed! Aslında güzel şeyler söylüyorsun, fakat eğer seninle birlikte bu yola girecek olursak, İslâm’a sıcak bakmayan dost ve müttefiklerimizin desteğini kaybeder, bunun sonucunda yerimizden yurdumuzdan sürülüp atılırız!” Ama “Allah’ın onları, kendi katından rızk olarak her çeşit ürünün getirilip toplandığı güvenli ve kutsal bir yer olan Mekke’ye yerleştirdiğini” unutuverdiler. Çünkü âna takılarak bütün nimetlerin Allah’ın elinde olduğunu ve dolayısıyla, üstünlük ve başarıya ancak O’na kulluk etmekle ulaşılabileceğini bilemediler.[4]
Âna hapsolanlar ileriyi göremedikleri için “Eğer gitmeyip bizim yanımızda kalsalardı, ne ölür, ne de öldürülürlerdi!”[5] derler ve yaşatanın da, öldürenin de Allah olduğu gerçeğini unuturlar. Halbuki âna hükmedenler, geniş bir ufukla olayları değerledirir ve “Bizim başımıza, Allah’ın bizim için yazdığından başka hiçbir şey gelmeyecektir. O’nun uygun görüp yazdıklarının ise, başımız gözümüz üzerinde yeri var! Zira bizim gerçek dostumuz, sahibimiz ve efendimiz yalnızca O’dur.”[6] derler.
Ânın hapishanesinden kendilerini kurtarmayı başaranlar bilirler ki yaşadıkları sıkıntılı ve olumsuz bir durumun ardından, Allah yeni bir durum ortaya çıkarır.[7] Zira kişiler, Allah'a karşı gelmekten sakınırlarsa, Allah onlara sıkıntıdan çıkış kapılarını açar. Onları hiç ummadıkları yerlerden rızıklandırır, onların işlerini kolaylaştırır. Allah’tan gelen ilkeler ışığında hayatına yön vererek dürüst ve erdemlice bir hayatı tercih ederek kötülüklerden titizlikle sakınanların, Allah günahlarını bağışlayacak ve kendilerini cennette büyük bir ödülle onurlandıracaktır! Çünkü Allah'a dayanıp güvenene Allah kâfidir. Allah buyruğunu elbette yerine getirir. Allah her şey için bir ölçü, her iş için bir vâde belirlemiştir.[8]
Âna bakarak çalışmayı, azmi ve tevekkülü bırakmak insanın kendi eliyle kendisini umutsuzluğa ve mutsuzluğa hapsetmesidir. Merhum Mehmet Akif’in şu mısralarda dillendirdiği sanki budur:
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak.
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak…”
[1] el-Câsiye 45/24
[2] Mesnevî, Cilt I, Beyit 31-32
[3] el-Kıyâme 75/20-21
[4] el-Kasas 28/57
[5] Âl-i İmrân3/156
[6] et-Tevbe 9/51
[7] et-Talâk 65/1
[8] et-Talâk 65/2-5
TT
Ânın hapishanesi – Âna hapsolmak
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة