Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

“Tanrı'nın Şehri”

Klasik roman okuyucusuysanız, “İki Şehrin Hikayesi” başlığı mutlaka gözünüze ilişmiştir. Bu, 20’inci yüzyılın en ünlü romanlarından biridir. Filozof David Miller'in “Dünyalılar için Adalet” (Justice for Earthlings) kitabının son bölümünü başlıklandırırken bu romandan ilham aldığını düşünüyorum. 
Kitabın “İki Şehrin Hikayesi: Bir Tür Teselli Olarak Siyaset Felsefesi” başlıklı bölümü, en önde gelen Hıristiyan düşünürlerinden St. Augustinus’un (354-430) vizyonunun kısa bir sunumuyla başlıyor. Augustinus burada, özellikle “Tanrı'nın Şehri” kitabında kilise öğretileri ile Platoncu felsefenin arasını bulmaya çalıştığı katkılarıyla anılıyor. St. Augustinus adaletin, yetkinliğin ve geri kalan erdemlerin -hatta dünyevi anlamda mutluluğun- yalnızca Mesih tarafından yönetilen ve O'nun yüce öğretilerine göre yaşanılan Tanrı'nın Şehri’nde elde edilebileceğini düşündü. Bu erdemli şehir, bizim maddi dünyamızda mümkün değildir. Aksine yeryüzünde kilisenin temsil ettiği manevi bir karaktere sahiptir ve ardından “Tanrı'nın göksel krallığında” somut bir şekilde gerçekleşecektir.
O halde insanlar bu dünya hayatında ne yapmalıdırlar?
Augustinus'a göre dünya hayatı, ‘Tanrı'nın Şehri’ne’ ulaşmak ve ‘Hıristiyan rüyasına’ katılmak için inançlı insanların hızlı ve rahat bir şekilde kat ettiği bir geçittir. Bu dünyada gördüklerimiz, adalet ve mutluluğun birer “izi” ve bunların imkanına ve yüksek değerlerine “işaret” olmaktan fazlası değildir. Saf mutluluğa ve tam adalete gelince; günahkar insanların dünyasında bunların gerçekleşmesi imkansızdır.
Fakat Augustinus neden böyle bir şey yazıyor? İnsanların kalplerine umutsuzluğun yerleşeceği ve ilahi öğretilerin değerinin azalacağı endişesini taşımıyor muydu?
Birçok araştırmacı Augustinus’un vahşi Gotların Roma şehrini ele geçirmesinden, kiliseleri ve büyük binalarını yıkmalarından sonra umutsuzluğa kapılan Hıristiyanlara bir teselli vermek istediğini söylüyor. Öncesinde din adamları inançlılara, Tanrı’nın onlarla birlikte olduğunu ve onları her şekilde koruyacağını, kilisenin varlığının bu şehir için bir nevi ilahi kale teşkil ettiğini söylerlerdi. Bu nedenle Augustinus’un şehri, mümkün ve inancın bir gereğidir. Ancak yine de bildiğimizden başka bir dünyaya ait olduğu için bu şehri göremeyiz.
Değerli okurlar muhtemelen burada anlattığımız “iki şehrin hikâyesindeki” ikinci şehrin, günah işleyen, hataları olan, sonra tövbe eden, sonra tekrar günah işleyen ve tekrar tövbe eden sıradan insanın şehri olduğu sonucuna varmıştır. Bu insan, dünyanın ötesinde ve Göklerin Krallığı’nda başka bir dünya olduğuna inansa da dünyadaki yaşamı güzelleştirmek adına mücadele eder.
Augustinus'un düşüncesinin benzerini bugünlerde yakınımızda veya çevremizde de görebiliriz. Nitekim “İlahi Adalet”, “Ekonomimiz” veya “Bu Din 21’inci Yüzyıl İçindir” vb. kitapları biliyoruz. Bu kitaplar yazarlarına göre mümkün ve hatta inanç için gerekli, ancak test edilemeyen ve deneyimin ürünü olmayan ideal bir toplum vizyonu sunar. Bu toplum hakkında teoriler ortaya koyanlar veya hakkında konuşanlar, gündelik hayattaki doğru ve yanlış ölçütleri kapsamında değerlendirilecek tecrübi çözümler getirmeyi amaçlamamış; aksine okuyucularını onlara sunmuş oldukları şeyin dünyadaki her şeyden üstün olduğuna ikna etmeye çalışmışlardır. İnançlı birey bu dünya hayatında bunun delilini göremese de Allah'ın izniyle ahrette görecektir. 
Profesör Miller'a soruyorum: Dünyayı imar ve geleceği inşa için mi bilim üretiyoruz? Yoksa Augustinus'un istediği gibi, hüsrana uğramış ve endişeli insanları dünyadaki başarısızlıklarının Tanrı'nın krallığında telafi edileceği konusunda teselli etmek için mi?
Yas tutmak ve teselli etmek için mi yazıyoruz, yoksa hayatı ıslah etmeye mi çalışıyoruz?