İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Kriz yönetimi çağında Arap ülkeleri ve dünya

Olgunlaşmamızdan ve aklı başında insanlarımızın kanaatler ve ardından ilkeli politikalar çağını da aştığımızı fark etmelerinden sonra, artık etkili çözümler dünyasında yaşamadığımızdan aklı başında kimse şüphe duymuyor.
Esasında, ilkeli kanaatlerin ve politikaların var olduğundan bile emin değilim. Ama kurtuluş ve "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" mücadelesinin ortasında ve ilkelerle ilgili parlak sloganlarla dolu "Soğuk Savaş" retoriğinin etkisi altındayken buna ikna olduk ya da ikna olmaya kendimizi ikna ettik.
O zamanlar, sömürgeci güçler bizim özgürlük talebinde inat eden çocuksu saflığımıza, kaosun ve şiddet nöbetlerinin hüküm sürdüğü “geri” ve “ilkel” bölgelerde “kurumlar”, “iyi yönetişim” ve “gruplar arasında hoşgörü” kavramlarını yerleştirdikleri onurlu bir uygarlık misyonu ifa ettiklerini iddia ederek karşılık veriyorlardı.
Tabii ki, bu iddianın büyük bir kısmı doğruydu. Arap ülkelerimizdeki bazı bölgeler, kendilerine hükmetmek ve hükümdarlıklarına dahil etmek isteyen büyük Batılı ve Doğulu güçlere boyun eğmeyi hep reddettiler. Bu reddetme kimi zaman dinle - özellikle Hristiyan Batı'ya karşı –kimi zaman da bugün “milliyetçiliğin” geçerli modern kavramlarının kristalleşmesinden önce geçerli olan kabilesel, dilsel ve bölgesel fanatizmle silahlandı.
Nitekim ülkelerimizin pek çok parçası, büyük güçlerin işlerimize müdahalesini ve bölgelerimizi nüfuz alanlarına dahil etme heveslerini kimliklerimizin çarpıtılması olarak görüyorlardı. Ayrıca, büyük güçlerin sahada uygulamaya çalıştıkları "devlet" kavramı onlar için sadece iki olumsuz şeyi ifade ediyordu; vergiler ve zorunlu askerlik. Atalarımıza göre, topraklarımızdan toplanan vergiler, kendilerine ne ad verirlerse versinler, yabancı efendilere ve hazinelerine gidiyordu. Zorunlu askerliğe gelince, yabancı efendiler bu sayede gençlerimizi (zorunlu çalıştırma ile) savaşlarında parasız savaşçılar olarak kullanıyorlardı. Kendilerine “tımar sahibi”, “paşa”, “ağa” gibi farklı adların verildiği “yerel iş birlikçiler” yerel halk tarafından reddedilen bu zorla asker toplama işini yabancı efendiler için kolaylaştırıyorlardı
“Devlet” kavramına yönelik bu olumsuz bakış, yurt içinde veya yurt dışında nereye gidersek gidelim, birçoğumuza bugüne kadar eşlik etti. Bu kişiler “devlet”in varlığının gerekliliğine inanmazlar, çünkü onu hayatlarına ve kaynaklarına karışan “yabancı” statüsünde görürler.
Bir de yabancı egemenliğinin ülkelerimize getirdiği gelişmenin hiçbir zaman hakiki bir hizmet veya nimet olmadığını söyleyenler var. Yabancı okulların ve üniversitelerin, demiryollarının, telekomünikasyon hizmetlerinin ve bankacılık sisteminin bir hizmet değil, tam aksine geleneksel (özellikle ailevi ve aşiretsel-kabilesel) bağlılık çerçevesinin dışında alternatif bağlılıklar ve seçkinler sınıfı yaratarak ülkemizin entelektüel ve ekonomik kontrolünü kolaylaştıran araçlar olduğunu iddia ediyorlar. Eğitimin bu seçkinlere önemli nitelikler kazandırması gibi ulaşım, iletişim ve bankacılık hizmetleri de merkezin civar üzerindeki denetimini kolaylaştırmış ve civarın merkeze olan ihtiyacını artırmıştı.
Bu gerçek, yalnızca Arap dünyası ve onun büyük güçlerle olan ilişkisi için geçerli değil. Bilakis, bugün, ikinci ve üçüncü kuşak göçmen çocuklarından oluşan azınlıkları içinde sağcı partilerin etkilerini artırmasına tanık olan büyük Batılı ülkelerde de bunu fark ediyoruz.
Oysa bu göçmenlerin ebeveynleri eskiden sol partileri otomatik olarak hoş karşılanmadıkları farklı bir kültür ve çevreye yeni gelmiş, imkânları kıt göçmenler ya da mülteciler için "güvenlik ağları" olarak görürlerdi.
Bu, özellikle Hint alt kıtası ve Karayipler'den İngiltere'ye, Batı ve Orta Afrika'dan Fransa'ya ve Latin Amerika'dan ABD'ye göç edenler için geçerli.
Bu "ağların" ailelerine kendilerini eğitme ve ardından mesleki olarak başarılı olma fırsatları sağladığı göçmen çocuklarının hırslı genç kuşakları için, hükümetin ekonomiye müdahalesini reddeden ve "sosyal güvenlik ağlarının” varlığını inkar eden sağ partiler çok çekici gelmeye başladı.
Bu genç kuşakların çocukları, hedeflerine ulaştıktan ve eski “önyargılarla” yüzleşerek uyum sağladıktan sonra “güvenlik ağlarının” ve “göç hakkının” maliyetini ekonomik çıkarlarına ciddi bir zarar ve sosyal ilerlemelerine engel olarak görmeye başladılar. Belki de bu, Hint kökenli zengin bir genç Hindu'nun, dünyanın en eski sağcı partisi olan İngiliz Muhafazakar Partisi başkanlığı yarışında son turlara nasıl ulaştığını, büyük bir Hispanik nüfusun yaşadığı iki eyaletin - Teksas ve Florida – Amerikan Cumhuriyetçi Partisi'nin en büyük iki seçim kalesi haline geldiğini açıklıyor.
Bu olguya paralel olarak, bir dizi büyük Batı demokrasisinde, sokağın özgürlükten sorumlu ifade hakkı olarak demokrasinin özüne olan güveninin sürekli azaldığını görüyoruz. Bunun en açık göstergelerinden biri, Fransa'daki büyük partilerin aşınması, İtalya'da ise fiilen çöküşü, buna karşılık, Macaristan ve Polonya başta olmak üzere Doğu Avrupa'da – tabii ki Rusya’yı unutmadan- radikal popülist milliyetçi güçlerin yükselmesi. Bugün savaşları önlemekten çevreyi korumaya insanlığın geleceğini korumak için vazgeçilmez olan çok önemli siyasi erdemlerin gerilediği bir dönemde yaşıyoruz.
Çifte standartların yaygınlığı, geçici çıkar ittifaklarının uygun görülmesi, birlikte yaşamın ve demokrasinin bir modeli olan birçok toplumda bağlılıkların faşist ırkçılığa doğru kayması karşısında, açık sözlü ahlaki diyaloğun, gerçek bir arada yaşamanın, insani etkileşimin, farklılıkların kabulünün ve çoğulculuğun çöküşünü yaşıyoruz.
Böyle bir ortamda, küresel krizlere etkili çözümler bulmayı hayal etmek zor, çünkü herhangi bir yaklaşım, isteğe bağlı olacak ve devletlerin, liderlerin eylemlerini yönetmesi beklenen herhangi bir rasyonel ve ahlaki genel ilkeden yoksun olacak.
Ukrayna krizi, küresel düzeninin kırılganlığını tamamen gözler önüne serdi. Krizin ulaştığı karışıklıkla birlikte krizler için “caydırıcılık ve dizginleme kuralları” işlemez hale geldi.
Batı’nın Moskova'ya karşı seferberliği, İsveç ve Finlandiya gibi iki ülkenin NATO çerçevesinde Moskova’ya askeri meydan okuma konusundaki çekincelerinden vazgeçmelerine, aynı şekilde, Almanya'nın ekonomik iş birliğini kesmenin ciddi ve maliyetli ekonomik etkilerine aldırmamak için "acı verici" bir çabaya girişmesine yol açtı.
Doğuda, bu seferberlik daha İran nükleer dosyası sorunu çözülmeden önce ABD Başkanı Joe Biden'ın ortak çıkar sorunlarını tartışmak üzere Arap bölgesini ziyaret etmesini gerektirdi.
Öte yandan Kremlin, ABD'de Kasım ayı başında yapılacak ara seçimlerden bağımsız olarak uzun süreceğini tahmin ettiği bir savaşta Washington'a karşı elde edebildiği kadar çok koz elde etmeye çalıştı. Bu nedenle, Moskova ve Pekin'in “ortak düşmanı" ABD’ye karşı Çin'in gücünden güç almaya ek olarak, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye meselesinde bir yaklaşım üzerinde uzlaşma kisvesi altında üçlü "Tahran zirvesine" katıldı. Ancak işin aslı, Suriye krizi Putin'in "Amerikan tek kutupluluğundan” geriye kalanlara karşı sürdürdüğü savaşın geniş arenasının sadece bir parçası.