Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

“Sarih akıl ve sahih nakil” efsanesi

Dinin akıl ve bilimle ilişkisine dair her tartışmada, “sarih akıl, sahih nakille çelişmez” diyen ve ardından mesele çözüme kavuşturulmuş gibi yoluna devam eden kimselerle karşılaşırsınız. Bu sözün sahipleri aklın değerini vurgulamayı amaçlamazlar. Aksine bu, nassın önceliğini ve aklın işlevi üzerindekini hakimiyetini teyit amaçlı basit bir manevradır. Bundan dolayı tartışmalarda bu sözü çokça dile getiren kimseler, aslında şeriatta aklın herhangi bir rolü olduğunu ilke olarak reddeden ehl-i haberdir.
Vakıada nas birçok yerde akılla/bilimle çelişebilir. Bu, nassın anlamının özünün bilimsel veya mantıksal olarak sabit olana aykırı olması anlamına gelir ki, bunun anlamı da hem nassın hem de bilimin farklı bir tarihsel ufka veya kültürel dokuya ait olmasıdır. Daha önceki bir yazımda, dünyanın, öküzün boynuzları üzerindeki kayanın taşıdığı denizin üzerinde bulunduğu rivayetini örnek vermiştim. Bunun, artık bir gerçeklik olan bilimsel verilerle çeliştiğini biliyoruz. Ayrıca vakıadaki çelişkiye örnek olarak şunu söyleyebiliriz: Şeriat erbabı ile aklı esas alanların, nassın nazil olduğu dönemde haklı/doğru bir fiil olan köleleştirmeyi, bugün artık yanlış/haksız olarak gördüklerine tanık oluyoruz.
Gerçek bir aykırılık ve zıtlık iki taraftan birinin marjinalleştirilmesini ve dışlanmasını gerektirir, aksi takdirde zihinlerimiz çelişkiler yumağına dönüşür.  Benim gördüğüm, akıl/bilim ile nassın arasında çelişki olmadığını söylemek, çelişkinin yorumlanarak giderilmesi çağrısında bulunan vizyonun bahanesidir. Burada çelişki bir yanlış anlamanın sonucu olarak görülür, çünkü insan zihni kusurludur ve gerçekleri kavramaktan acizdir. Ya da geleneksel fakihler arasında da cari olduğu üzere aklı her halükârda nassa ittibaya* zorlamak için bir başlangıçtır. Bu durumda bilim nassın gösterdiği ile çelişen bir şeyi ispat ederse, bilimi terk eder ve bahsi geçen öküz boynuzu örneğinde olduğu gibi nakil/rivayet kavramına tutunuruz.
Dolayısıyla nakil ile akıl/bilim arasındaki ilişki tartışması, meselenin karmaşıklığının ardındaki gizli faktör olduğunu düşündüğüm şeyle uğraştıracak başka bir başlangıca götürmediği taktirde bir sonuca varmayacaktır.  Bununla insanın dindeki konumu sorununu kastediyorum. Bu sorun şu üç soruyla özetlenebilir:
Birincisi: İnsan fıtratı, iyi mi yoksa kötü mü? Yani insan, doğası gereği kötülüğe ve bozulmaya mı meylediyor, yoksa iyiliğe mi? İnsanlar yalnız bırakıldığı taktirde savaşıp toprağı ve nesilleri yok mu ederler, yoksa kötülüğü savuşturmak ve ilişkileri düzenlemek için iş birliği mi yaparlar?
İkincisi: Din insanı irade, tercih ve akıl sahibi otonom bir aktör olarak mı görüyor? Bu bağlamda insan, eylemlerinin ve kararlarının sorumluluğunu almak üzere hareket etmekte özgür müdür? Akli ve ahlaki tercihlerde bulunabilecek bir insandan mı söz ediyoruz? Aklı bir şeyi kavrar veya bir şeye karar verirse, bu anlayış ve kararın şeriatta bir değeri var mıdır, yoksa değersiz midir? Akli tercih, yapılacak eylemlerin içeriğinin önceden anlaşılması ve sonuçlarının hesaplanması anlamına gelir. Ardından kendisine ve çevresindekilere faydalı olan, ahlaki olarak gerekçelenen sonuçlara yol açan eylemler tercih edilir.
Üçüncüsü: Tüm insanlar önceki iki özellikte, yani ilk fıtratlarında ve iyiyi tanıyıp ona göre karar verme yeteneklerinde eşit midir, yoksa farklı özelliklerle mi doğarlar?
Bence dinin bilimle ve naklin akılla ilişkisi hakkındaki tartışmaya doğru bir başlangıç bu sorular ile mümkündür. Bu yolu açığa kavuşturmak için bir sonraki yazımda da bu meseleye değinmeyi umuyorum.
İttiba: Ardınca gitmek, uymak, itaat etme.