Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Zevahiri, Süleymani ve Pelosi'nin uçağı

Geçtiğimiz günlerde iki kez, İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani'yi hatırladım. Süleymani’yi hatırlamama sebep olan ilk olay, el-Kaide lideri Eymen ez-Zevahiri’nin Kabil'in merkezindeki evinde ABD’nin düzenlediği baskında öldürüldüğünün duyurulması; ikincisi de ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi'nin uçağının Tayvan’a inişiydi. Bu ikinci hadise, “Birleşik Çin” ülküsü kapsamında özerk bir yönetime sahip olan ada karşısında Çin’in gerilimi tırmandırmada benzeri görülmemiş bir sayfa açmasına sebep oldu.
Zevahiri'nin ölümü elbette iyi bir haber, fakat aynı zamanda bayat da. Joe Biden'in tasfiyenin başarısını kutlaması inandırıcı gelmedi. Onlarca yıldır pazarın içinde olmasına rağmen yeni bir arabayı piyasaya süren birinin kutlamasına benziyordu. Aslında hiçbir şey Trump yönetiminin Kasım Süleymani suikastından daha önemli değildir. Çünkü Usame bin Ladin'in Barack Obama yönetimi tarafından gerçekleştirilen suikastı ve Zevahiri’nin suikastı, aslında çok geç kalınmış suikastlardır. Terör dünyasındaki bu iki önemli adam, ehemmiyetlerinin büyük ölçüde azaldığı ve terör örgütlerinde yaşanan gelişmelerin ve dönüşümlerin onları geride bıraktığı bir zamanda öldürüldüler.
Süleymani suikastına gelince, sonuçları -özellikle Irak'ta- ortada. İran, Süleymani döneminde olduğu gibi bu ülke üzerindeki kontrolünü artık sıkılaştıramıyor. Tüm raporlar, Süleymani’nin varisi İsmail Kaani’nin İran'ın prestijini Iraklı bileşenlere dayatmayı başaramadığını gösteriyor. Bu bağlamda, Mustafa el-Kazımi’nin tüm uzantıları, ilişkileri ve Arap yönünde konumlanması ile Irak'ta başbakanlık koltuğuna ulaşmasının Süleymani'nin kontrolü altında gerçekleşmesi pek de mümkün olmazdı, diyebiliriz. O halde Süleymani'nin suikastı, ani ve sürekli sonuçları olan bir suikasttır.
Öte yandan terör örgütlerinde yaşanan birçok gelişme ve dönüşüm, genel olarak ez-Zevahiri’yi ve el-Kaide’yi geri bırakmıştır. Terör örgütlerinin yeni liderlerine kıyasla bu adamın cazibesi, mizacı ve popülaritesi hakkında çok şey yazıldı. Burada zamanlamadan söz ederken herhangi bir komplodan bahsetmiyorum. Usame bin Ladin ve Zevahiri gibi şahısların izini sürmenin çok fazla güvenlik yatırımı, zaman ve beşeri sermaye gerektiren karmaşık bir konu olduğunu kabul ediyorum. Fakat aynı zamanda bu, bir siyasi karar ve karar vericiler nezdindeki siyasi öncelikler meselesidir. Bu, Washington'daki liberal mizaç sahiplerinin genelinde olduğu üzere, Demokrat Parti'nin de hala 11 Eylül 2001'de takılıp kaldığını ve dünyadaki olayların çoğunu bu mercekten izlediğini gösteriyor. Washington'un “Sünni ve Şii” terör dosyalarına yönelik farklı yaklaşımını yeniden incelemenin önü buradan açılıyor. Bazı liberal zihinlerde, dizginsiz Sünni terörizm ile sponsorluğunu yaptığı İran ile müzakere yoluyla çözülebilecek Şii terörü arasındaki ayrım, ABD'nin Ortadoğu'daki büyük Arap ve İslam ülkeleriyle ilişkilerini hâlâ zehirliyor.
Buradaki paradoks, Sünni terörizmi dizginsiz, toplum ve devlet dışı olarak sınıflandıranların terör eylemlerinden Sünni Arap ülkelerini sorumlu tutmalarıdır. Oysa bu ülkeler de söz konusu terör eylemlerinin kurbanları arasındadırlar.
Şimdi de resmi tamamlamak için Pelosi'nin Tayvan ziyareti üzerinde durmak faydalı olacaktır, fakat nasıl?  
Washington'da çoğu demokrat ve liberal, ABD’nin İran’a karşı tacizinin Ortadoğu'da topyekûn savaşa yol açacağını düşünüyordu. Süleymani suikastından önce ve sonra söyledikleri buydu. Süleymani suikastına İran'dan ciddi bir tepki gelmemesine rağmen bu görüşlerini sürdürdüler. Süleymani'nin suikastı, Trump yönetimine karşı ve onun pervasız bir başkan imajını pazarlama bağlamında kullanılıyor. İran'ı kışkırtmama ve bölgedeki siyasi şantajını kabul konusundaki bu ısrar, İran’ın kötülüğünü ABD’nin çıkarlarından uzak tutmanın mümkün olduğu yanılsamasıyla motive edilmeye devam ediyor. Garip şekilde, dünya barışı ve ekonomik istikrardan yana olan ve İran'ı taciz etmeyi reddeden demokratların ve liberallerin çoğu, Pelosi'nin Tayvan ziyaretiyle Çin'i kışkırtmasını, bir barış ve istikrar reçetesi olmasının yanı sıra demokrasi ile totaliterlik arasındaki mücadelede zorunlu destek olarak görüyor.  
Çin'in ABD için önceliği İran'ınkiyle kıyaslanamayacak kadar yüksektir ki, bu anlaşılabilir bir durumdur. Washington'ın Çin ile stratejik rekabette riske atmaya hazır göründüğü şey, İran'la olan sınırlı çatışmasında riske atmaya hazır olduğu şeyden çok daha büyüktür. Ancak mesele, Washington'un doğrudan çıkarlarıyla değil, önde gelen dünya ülkesi olma rolünün sorumluluğu ve karmaşık bir denge ağının denetleyicisi olmasıyla ilgilidir ki, bunlar onun ulusal çıkarlarının ötesindedir. Dünyanın bu bölgesindeki ülkeler ve halklar olarak bizi ilgilendiren şey, ABD’nin bu küresel liderlik rolünü üstlenmedeki başarısızlığıdır. Washington'ın İran ve Arap ülkelerine yönelik anlaşılmaz politikası bunu göstermektedir. Bu, Ortadoğu'daki büyük ülkelerin stratejik yönelimlerinin merkezinde yer almaktadır. Nitekim uluslararası ilişkileri çeşitlendi ve Çin ile ilişkileri ABD için endişe verici boyutlara yükseldi.