Zuheyr el-Harisi
TT

Parlama ve kötüleme arasında Arap düşüncesinin sırları

Bir soru kendini gündemde tutuyor; Arapların Batı ile iletişiminde bir zayıflık mı var? Elbette bu soruya cevaplar var, ancak çoğu tekrarlanan, monoton, aynı yörünge ve aynı daire içinde dönen cevaplar. Dolayısıyla acı fikri mücadelemizin, dünyamızın birbirleriyle savaşan ideolojiler ve çatışan akımlarla dolmasının gölgesinde, onlarca yıldır asılı kalan ünlü “Neden diğerleri ilerledi de biz geri kaldık, diğer bir deyişle Batı neden üstün geldi ve Araplar geri kaldı?” sorusuna cevap veremeyişimiz ve bunda aciz kalmamız doğal.
Kültürel alışverişin ve insani diyaloğun parıltısının sönmesine katkıda bulunan Batı ile son on yıllardaki zayıf iletişimimizin ardındaki temel nedenler görünen o ki, bir tür izolasyon ve içe kapanmaya yol açan birtakım olaylar ve sebeplerden oluşuyor. Zira özellikle güç, kontrol ve hegemonya dilinin o dönemin dünyasında dalgalanmaya başlamasından sonra, buna ek olarak Batı'nın diğer medeniyetlere ve kültürlere yönelik aşağılayıcı ve küçümseyici bakışı, bazılarını, kimliği ve öz haysiyeti korumak için izolasyon ve içe kapanmayı tercih etmeye sevk etti.
Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı etkenler, sömürge aşamasına girilmesi, ülkelerin müttefikler tarafından fethedilmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması, Sovyetler Birliği'nin Batı karşıtı bir devrim olarak ortaya çıkışı da (kapitalist düşünceye karşı komünist düşünce) bu iklimin devam etmesine katkı sağladı. Ne var ki komünist düşünce, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve ABD liderliğindeki yeni tek kutuplu dünya düzeninin (Huntington ve Fukuyama’nın teorileri) ortaya çıkmasıyla neredeyse yok oldu.
Batı medyası, nesnellik ve tarafsızlık iddiasına rağmen üstünlük taslama yöntemini uygulamaya devam etse de 11 Eylül olaylarından sonra medeniyet çatışması meselesini pekiştirerek ve bunun İslam ile Batı arasında bir savaş olduğunu onaylayarak, bariz taraflılığın temelini attı. Ancak İslam ve Batı dünyasındaki aydınlar, mümkün olduğu kadar yakınlaşmaya, diyaloğa, bir arada yaşamaya, karşı görüşe saygılı olmaya teşvik etmeye, kültürel aşılanmayı güçlendirmeye çabaladılar. İslam'da ılımlılık, Batı’ya karşı bu düşmanca söylemi onaylamaz ve şiddeti teşvik etmez, aksine yakınlaşmayı, hoşgörüyü ve diyaloğu destekleme çağrısı yapar. Bu akademik bir teori değil, İslam şeraitinin bin yıldan fazla bir süredir savunduğu şeydir. Bu nedenle, içerik olarak Batı medeniyeti, artık birbiri ile yakınlaşmaya ve kaynaşmaya daha yakın bir dünyada şimdi aynı kavramlara davet ediyor. Bu sözler, ideolojik ve tarihsel tortulardan muzdarip olmayan açık bir zihne daha yakındır.
Ancak, tarih bir sır olarak kalır. Burada, 19. yüzyılda Prusya ulus-devletinin kurulmasıyla tarihin sonunu öngören düşünür Hegel'in söylediklerini hatırlıyoruz. Ardından gelen Marx, komünizmin gerçek tarihin başlangıcı olduğunu ve kapitalizmin ortadan kalkacağını ilan etmişti. Ancak bugün, modern doğa biliminin sonu olmadığı sürece tarihin duramayacağını söyleyen bir çağda yaşıyoruz. Bu nedenle, bu hipotezler çöktü. Özellikle geçen yüzyılda medeniyetler arası diyalog sorununu ele alan bir takım teoriler ortaya atıldı. Huntington ve Fukuyama gibi düşünürlerin Amerikan politikası hakkındaki görüşleri, tüm küresel sistemde baskın, egemen, muzaffer ve etkili olmaya devam edeceğine inandıkları Amerikan modelini teşvik etmeleri de bu teoriler arasında yer alıyor.
Tahminimce bu tür teorilerin geçerliliğinde ısrar etmek, yabancılaşma kavramını pekiştiriyor. Çekişmede nefret, reddetme ve yabancılaşma ile temsil edilen eski ifadeleri geri getiriyor. Oysa medeniyetlerin oluşumu ve eşleşmeleri bahsi, bizi İslam medeniyetini övmeye sevk ediyor, çünkü zamanın medeniyetleriyle, hoşgörülü ve açık bir şekilde bir arada yaşadı. Bu medeniyetler, İslam medeniyetinin düşünce, tecrübe ve kavram olarak içerdiklerinden büyük ölçüde istifade ederken kimliklerini korudular. Toplumları için aydınlatıcı roller oynamaya çalışan ve bu amaçla Arap aklını ve krizlerini araştırmaya yönelen Arap düşünürleri hatırlıyoruz. Ortak noktaları, ansiklopedik ürünleri, mirasa olan ilgileri ve moderniteye yönelik eleştirel bakış açılarıydı. Bazıları dünyamızı terk etti, Arap devrimlerine ve yaşasalardı belki de daha sonra sunacakları teorilere ve fikirlere yansıyacak sözde Arap Baharı'na yetişemediler. Bu düşünürler çoğunlukla, sömürgecilik, milliyetçilik gelgitleri, askeri darbeler ve Arap-İsrail çatışması, kapitalist-komünist kamplar arasındaki Soğuk Savaş, yeni kutupluluk başta olmak üzere tarihimizdeki dönüm noktalarını yaşadılar.
İçerikleri ile fikri projelerin derin değerleri ve tasavvurları vardır. Bu nedenle, bu düşünürlerin çabaları tek bir amaçta özetlenebilir; medeniyetimizi yeniden parlatmak. Her ne kadar bazıları, Fransız Devrimi'nden önce Avrupalı ​​düşünürlerin karşılaştığından daha fazla suçlama ve kötülemelerle karşı karşıya kalsalar da. Bu, gerçeği istiyorsak aydınların ödemesi gereken bir vergi olmayı sürdürüyor.
20. yüzyılın ilk yarısında, tam olarak 1929’dan itibaren yayınlanan Ahmed Emin'in hacimli üçlemesi “İslam seheri”, “İslam sabahı” ve “İslam öğleni”, mirasın özümsenmesi konusunda o dönemde dikkate değer bir projenin temelini attı.
Taha Hüseyin, "Cahiliye Şiiri Üzerine", "Büyük Fitne" ve "Mısır'da Kültürün Geleceği" kitaplarını yayınlayarak esareti kırmaya ve kusurları ortaya çıkarmaya çalışan ilklerden biriydi. Bu kitapların hepsi, özellikle de sonuncusu aydınlar arasında geniş çaplı tartışmalara yol açtı. O zamandan beri düşünürlerin, bir Arap düşünce rönesansı projesi oluşturmak için fikirler veya görüşler sunma gayretleri devam etti. Faslı düşünür Abdullah Laroui'nin kavramları açıklama ve tanımlama konusundaki katkılarını, Arap kültüründeki bilimsel, Selefi ve liberal akımlarla ilgili sorgulamalarını bunlar arasında anabiliriz. Mısırlı büyük düşünür Zeki Necip Mahmud'un Arap düşüncesinde yenilik projesinden, özgünlük ile modernite arasındaki uzlaştırıcı yaklaşımından, Suriyeli Tayyeb Tizini’den, Mısırlı Hasan Hanefi ve miras ile yenilenme projesinden, Lübnanlı Hüseyin Merve ve Tunuslu Hişam Djait’ten bahsetmiyoruz bile.
Bunlar, Arap aklını, yaratıcılığını bağlayan tüm kısıtlamalardan kurtarmaya çalışarak, modern bilimsel yöntemleri benimseme yoluyla mirası yeniden okumaya meyleden ciddi çabalardı. Burada hayatının büyük bir bölümünü arkeolojik bir yaklaşımla “İslami Aklın Eleştirisi” adını verdiği bir proje için harcayan, içtihat kapısının kapanmasının Müslümanların yaşadığı düşünce karanlığına katkıda bulunduğuna işaret eden ve projesi birkaç kitap halinde yayınlanan Cezayirli Berberi düşünür Muhammed Arkoun'un çabalarına da değinmeliyiz.
20. yüzyılın ikinci yarısında bu arenada merhum Dr. Muhammed Abid el-Cabiri'nin adı, büyük bir kısmı tamamlanmış, Arap zihninin bileşimi ve yapısı ile ilgili bilişsel yaklaşıma dayalı eleştiriye bağlı büyük bir proje ile ön plana çıktı. Argümanları geniş çaplı tartışmaları ateşledi ve halen de ateşliyor. Tartışmalar, George Tarabişi dahil olmak üzere bazı aydınları, teorilerini eleştirerek ve projesinin önemini küçümseyerek Cabiri’ye karşı çıkmaya itti. Tarabişi eleştirilerini “Arap Aklının Eleştirisinin Eleştirisi” adlı kitabına dahil etti. Cabiri ile hemfikir olalım ya da olmayalım, onun fikri projesi son yüzyılda Arap aklının ürettiği en önemli başarılardan biri olmaya devam ediyor. Cabiri Arap aklının, “Arap insanının şeylere ilişkin bakış açısını, bilgi edinme, üretme ve yeniden üretme alanında onu ele alma yöntemini şu ya da bu derecede güç ve kesinlikle yöneten bir dizi zihinsel kavram ve faaliyetten başka bir şey olmadığına” inanıyor. Bu mefhuma göre Arap kültürü onun için “Arap aklı” haline geliyor ve yapısını üç bilişsel öğeye ayırıyor; beyan, irfan ve delil. Bu projelerin dikkatlice düşünülmesi eleştirel önerileri, ciddi çalışma ve çağı yakalama çağrılarını artırıyor.
Bugün Batı, istesek de istemesek de bilim, düşünce ve medeniyet açısından öndedir. Hegemonya, kontrol araç ve yeteneklerine sahiptir. Bunu inkâr eden, gerçek dünyadan değildir. Bu boyun eğmek, kabuk değiştirmek, zayıflık ve çöküş değil, yeteneklere saygı, gerçekliği anlama, onunla rasyonelce ve akıllıca başa çıkmak demektir.
Batı, İslam’a tuzaklar kurmuyor ve çıkarları dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Biz de ona aynı şekilde davranmalı, hatalarımıza, zaaflarımıza, geri kalmışlığımıza Batı'yı bahane etme zihniyetinden kurtulmalıyız. Bu nedenle diğer kültür ve medeniyetleri tamamen reddetmek veya tamamen kabullenmek yanlıştır, aksine değerlerden ve ilkelerden taviz vermeden faydalanabilmemiz için onları özümsemeliyiz. Kendi alanınıza ve mahremiyetinize sahip olma hakkınız var, ancak başkalarının hareket etme ve seçme hakkını elinden almayın. Akıl, insan fıtratına dayandığı sürece metne karşı çıkmaz. İnsanlık tarihi, doğru ile yanlış arasındaki mücadeleden başka bir şey değil. Bilhassa dinler temelde ruh, zihin ve beden arasındaki dengeli bir ittifaktan başka bir şey olmadığından, ancak derin bilgi, ruh ve madde arasında ortak bir medeniyet oluşturmak için düşünce ve anlayış bozukluğunu tedavi edebilir. Çoğulculuğun, farklılığın ve ötekinin kabulü bu gezegendeki yaşamın sırrıdır.