Vahdettin İnce
Yazar
TT

Şark cephesinden bir başka değişmez

Serhed’in bir başka kasabasına doğru yılan gibi kıvrılan yolda ilerleyen minibüs bir mola yerinde durdu. Minibüsün koridorunda tahta iskemlenin üstünde kaskatı kesilmiştik. Ayaklarımızı rahatlatmak, bir çay içmek için indik. Çayları içtikten sonra elimi attım cebime iki yüz liradan daha ufak para yoktu. Çaycı öfkeyle söylendi, abi bozuk yok muydu? Yok valla dedim. Biraz daha öfkelendiği yükselen sesinden de belli oluyordu. Yan masada oturan bir adam “benden al çayları” dedi, bizi düştüğümüz zor durumdan kurtarmıştı. Teşekkür ettik adama. Bizim minibüsteki yolculardan biri değildi. Onca olumsuzluk içinde “değişmeyen başka şeyler de var” diye geçirdim içimden.
Bir hafta önce İstanbul’da başlayan bir hikayenin tam ortasından anlatıyorum aslında. Hikayenin girişi şöyle oldu:  
Memlekette bir taziye vardı. Gitmeliydik. Van uçağında yer bulamadığımız için kendimizi otogarda otobüs beklerken bulmuştuk. Öbek öbek insanlar farklı şehirlere gidecek otobüsleri bekliyorlardı. Otobüs firmalarının yazıhanelerinin çevrelediği avludaki metal kanepelere oturan kadınlı erkekli ve de çocuklu yolcuların her biri Tolstoy’un bir hikayesinde rol kapmak için sıra bekleyen figüranlar kadar heyecanlı oldukları fosur fosur içtikleri sigaralardan belli oluyordu. Her biri bir şehre gidecek ve bir hikaye başlatacaktı sanki. Nerden baksan yirmi hikaye başlar bu saatte dedim, şu otobüs de ne zaman gelecek diye saate bakarken.
Kars…Erzurum…Iğdır…Patnos…Ağrı…Erciş…Van…diye bağırarak yolcu toplayan çığırtkanların konuştukları Türkçenin soluk rengi dikkatimi çekti ilkin. İstanbul’un bu kenar semtinde çığırtkanların anons ettikleri şehirlerin rüzgarı vurmuş gibiydi dillerde yaprak gibi savrulan beti benzi kaçmış Türkçe kelimelere.
Az sonra otobüs geldi. Yerimizi aldık. Konuşulan Türkçenin rengi biraz daha solmuştu. Sonra iyice görünmez oldu. Önce kaptan ile muavinin aralarında Kürtçe konuştukları duyuldu. Sonra yolcular üzerlerindeki ürkekliği atmış gibi koyu Kürtçe sohbetlere daldılar.   
Terminalin soluk benizli Türkçesi yerini otobüsün kara kavruk Kürtçesine bırakmıştı. Yan koltuktaki adam telefonda biriyle konuşuyordu akıcı bir Kürtçeyle. Van civarının şivesiydi. Nerelisin diye sordum. Yanılmamıştım, Vanlıydı. Hangi aşirettensin dedim bu sefer, “Kurhesinî” dedi. Kurhesinî Kürtçede “Demiroğlu” demektir diye de ekledi.
Van’ın Molla Kasım köyüne bir arkadaşıma gidiyorduk. Köyün merkezindeki bakkalın önünde durdum, bir şeyler istedim Kürtçe. Abi ben Kürtçe bilmiyorum, dedi genç bakkal. Niye, buralı değil misin diye sordum. Buralıyım ama biz Kurhesiniyiz, zamanında Giresun’dan gelmişiz dedi. Ertesi gündü galiba, Van’ın en işlek caddesinde bir dondurmacıda oturuyoruz bir arkadaşla. Kurhesinilerle ilgili bu iki farklı yorumu anlatıyordum arkadaşıma. Dondurmaları masaya bırakan garson “ben de Kurhesiniyim. Biz İran Azerbaycan’ından gelmiş Azerileriz. Sünniyiz. Kürtler bizi şii Azerilerden ayırmak için “sünni oğlu” anlamında “kuresünni” demişler, dedi.  
Tanrım! Benim istediğim Türk filmi tadında başı sonu belli bir hikayede rol almaktı. Dal budak salmış bu muamma gibi hikayeyle nasıl başa çıkacağım ben!
Aslında üç- dört günlüğüne gelmiştik. İstanbul’dan memlekete otobüsle gelirken davul gibi şişen ayaklarımı düşündükçe uçakla döneceğim diye tutturdum. Van’daki uçak sefer sayılarının yirmi dörtten (24) sekize (8) düşürüldüğünü, ancak on on beş gün sonrasına yer bulabileceğimi söyleyen dostlarıma inat. Dostlarımdan biri seferlerin düşürülmesi de bir şey mi? Buradan İstanbul’a doğrudan giden uçakların biletleri aslanın ağzında, deyiverdi. Yetmişli yıllardaki gibi. Van’dan Trabzon’a gidiyorsun önce, orada yaklaşık on saat bekledikten sonra İstanbul’a gidebiliyorsun ancak, otobüsle gitsen daha iyi, diye de ekledi. Diğer bir dostum, bu sene Van’a İranlı turist akını vardı, kazandığımız dövizin birazını Trabzon’a bıraksak fena mı dedi muzipçe. Direttim ve on gün sonrasına yer bulabildim, İstanbul’a aktarmasız dönen bir uçakta. Serhed’in gezilecek başka kasabaları da var nasılsa. Kim bilir ne hikayeler bekliyor beni.
Şark cephesinde yağ gibi akan yollar, köylere kadar sızmış internet, göğe doğru yükselen binalar hariç tutulursa “suyun suya benzediği kadar” benziyordu bu günümüz geçmiş günümüze.