Abdulaziz Tantik
TT

Bilmek nedir?

Bilmek, bir bilginin kişide anlamlı bir zemine kavuşarak dile dökülmesi ve anlamlı cümleler ile anlaşılır bir şekilde muhataba iletilmesidir. Bilmenin kendi içindeki katmanlarını bu tanımda gözlemleyebiliriz. Ama her katmanın kendi içindeki katmanlarını da doğru anlamadan, mesele tam açıklığa kavuşturulamaz!
Burada bilgi ile bilen arasındaki mahiyet farkını kavramak ilk adımdır. Bilgi ile bilen/bilinen ile bilen arasındaki fark, bilginin açığa çıkışına kaynaklık eder. Bir şeyin açığa çıkması için ikili bir yapı esastır. Bu vesile ile her açığa çıkan aynı zamanda bir varlık kazanma ameliyesine tabi kılınmaktadır. İlk açığa çıkan ulûhiyet, Zat’ın Ben olarak tezahürüdür ki bu isim ve sıfatlar üzerinden gerçekleştirilmiştir. O yüzden ulema, isim ve sıfatlar için Zat’ın ne aynısı ne gayrısıdırlar, demektedirler. Buradaki ince çizgi bilen ve bilinen arasındaki ince çizgiyi de bize aşikâr kılar.
Hangi konuyu ele alırsak alalım, yaratılıştan ve Ulûhiyetin tecellisinden bağımsız ele alınamaz! Her tecellinin bir yaratma ameliyesi olduğunu da unutmadan. Çünkü tecelli kendi içinde yaratılışı da barındırmaktadır. Bu ikili yapıda ulûhiyetin varlığı ile yaratılmış varlığın yaratılışı ve var oluşu birlikte anlaşılmalıdır. İşte bilgi de ikili bir yapıya sahiptir. Bilinen ile bilen şey bilgiyi açığa çıkartır. Ama bilginin kendini tam açıklığa kavuşturmasının bir süreci vardır.
Bu süreç tanımda belirtildiği gibi bilinen şeyin bilende anlamlı bir zemine kavuşması ilk aşamadır. Anlamlı bir zemini inşa etmek ise bilenin kendi sahip olduğu şuur seviyesi ve bu şuur seviyesini meydana getiren bilginin niteliğine dayanır. İşte burada da bir ilerleme, aşamalı yürüyüş yerine döngüsel, birbirini sürekli tamamlayan ve bütünleyen bir yapı öne çıkmaktadır. Ama bu yapıda ikili yapıyı harekete geçirmeliyiz ki tam bir anlam ve şuur hali meydana gelsin. Hem döngüsel, hem ilerlemenin, aşamalarının varlığı zorunludur. Bu durum, insanın zamansal yapısına dayalı oluşu ve zaman dışılığa yönelik bütünsel kavrayışının zeminini işaret eder. İnsan, farkındalığını oluşturdukça bu niteliklerin kendisinde nasıl bir işlevselliğe ve işlerliğe sahip olduğunu anlamaya başlamaktadır. İkinci adım ise, bu anlamın vuzuhu ile birlikte bir dil ile ifadeye kavuşturulması, dilde onu doğru ifade edecek bir cümlenin kurulmasını sağlama alacak bir kelimelerin varlığına dayanır. Anlam, dilde tam olarak kendini ifşa edeceği zaman kendi gerçekliğini ifade etmeyi sağlar. Anlamın dile dökülmesi, anlamlı ve anlaşılır cümlelerle kendini tezahür etmesi bu aşamanın gerçekleştirilmesini hitama erdirir. Ama bir aşama daha vardır: o da muhatabın söyleyenin ifade ettiği şekilde anlamaya müsait bir zihin yapısına sahip olmasıdır. Eğer, söyleyen, tam olarak muhatabının anlayacağı düzeyde dile getirmişse ve anlaşılmışsa bilme eylemi gerçekleşmiş olur.
Burada dikkat edilmesi gereken şey ise; her üç aşamada katmanların varlığı ve bu katmanların kendi iç hiyerarşilerini doğru kurmak ve aradaki irtibatı koparmadan anlamı tam olarak oluşturmak, dillendirmek ve aktarmayı başarabilmektir. Her aşamada ve her aşamanın kendi iç katmanlarında sorun oluşturacak şeyler bizatihi bilenin kendisine ait zaaflar ile irtibatlıdır. Bu ikili yapı gereği son aşamada anlam muhatabın durumu ile e bağıntılı bir olguyu taşımaktadır.
Burada anlam arayışının sahih ve sahici boyutunu dikkate almak, her aşamada bu sahih ve sahici boyutu göz ardı etmeden yol almak ve bu yolculukta bilmenin kendisine yüklenilen anlamın bir şuur üzerinden sürekli hatırda tutulmasını hatırlayarak yolculuğu hitama erdirmek esasa taalluk etmektedir.
Bir örnek meseleyi daha açıklığa kavuşturabilir: insan… Bu insan örneğini bilmek üzerinden tanımlamak durumunda kaldığımızda onu hangi vasıfları ile birlikte tanıma konu edineceğiz, ya da hangi ölçüler içinde insanı tanıdığımızı ifade edebiliriz.
Bir insan tanımına ulaşmak o kadar kolay olmasa gerek! Yaratılış sürecini mi, yaratılış amacını mı, yaratılmış maddesini mi, biyolojik yapısını mı, akli, kalbi, beyin fonksiyonlarını mı, isteklerini, arzularını, beklentilerini mi, anlam, anlamsızlık, değer, ahlak ve buna benzer aşkınlığı içinde taşıyan özeliklerini mi, parçaya dair yaklaşımını mı, bütünsel kavrayışını mı, hangisini ele alarak insanı tanımlayacağız? Felsefi mi, bilimsel mi, vahyi eksene alarak mı onu tanımlayacağız?
İnsanı tanımlamaya başladığımız andan itibaren birden fazla katmanın devreye girdiğini ve her katmanın kendi içinde birden fazla katmana bölündüğünü gözlemlemek mümkündür. İşte insan bütün bunları düşünebiliyor ve anlamlandırabiliyor ise bütün bunları aşan yeni bir tanıma ulaşmayı da mümkün kılıyor demektir.
Burada en belirgin vasfının tanımlanması için gerekli olan iki şey daha var: değişim ve sabit… İnsanın hangi boyutu değişiyor, hangi boyutu sabit kalmaktadır. Sabit kalan şey ise değişime mi gelişime mi açıktır. Burada değişim ve gelişim dinamikleri arasındaki farkı dikkate sunmak zorunludur. Tarihsel süreklilik bağlamında tekrarın sabit ile ilişkisi ve sabitin tekrarı aşan boyutunu da idrake konu edinmek şarttır. Değişim ile gelişim dinamikleri de zamansal boyut açısından tanımlanabilir olana tekabül eder. Burada zaman mevhumu ve onun açıklığa kavuşturulması da önemini göstermektedir.
Bu aşamaların sağlıklı bir zeminde işlerliğe sahip olabilmesi için ise niyet asla tekabül eder. Niyet burada bir eğilimi işaret eder. Eğilim ise kişide tezahür etme biçimine göre şekillenir. Bu eğilimin erdem/iyilik/anlam ve ahlak ile ilişkisi tartışılmaz bir boyutu içerir. Eğilim, kötüye ise başka, iyiye ise başka sonuçlar doğurur. Ve bütün bu süreçler bilme ediminin içeriklerini belirleyecek özelliğe sahiptir. Yani yukarıdan aşağıya yönelik çizdiğimiz yaklaşım, bilmenin neliğini izaha yönelik bir betimleme çabasıdır.
O zaman bilme edimi, kendi başına her aşamada yeniden tezahür edecek bir düzeyi işaret etmektedir. Yani oluş süreci, oluşun aşamaları, her aşamada meydana gelen ayrışmalar, birleşmeler ve buradan neşet eden yeni bir oluşun varlığı da bilmenin niteliğini ve derinliğini gösterirken çok katmanlılığını da izah etmektedir. Ayrıca yaşamın çok katmanlılığı ile insanın çok katmanlılığı birlikte bilmenin de çok katmanlılığını işaret etmektedir. ‘İnsan düşünen bir varlıktır’ derken kastedilen, insanın diğer bütün özelliklerinden artı olarak düşünme yetisine yapılan gönderme ve bu yetinin diğer varlıklarda tam olarak tezahür etmediği görüşüne dayanmaktadır. ‘İnsan yaratılmış bir varlıktır’ tanımı ise bir Yaratıcı varlığın kendisine bir gönderme ve yaratılmış varlıklardan herhangi biridir anlamına havidir. Hâlbuki insana dair yapılacak her tanım diğer fonksiyonlarını geride bırakacağı için eksik bir zemine haiz olacaktır.
Soru/n insan tanımlanamaz olan mıdır? Hayır! Tanımlanabilir. Yani bilinebilir bir bilinir olabilir. Her şey bilinebilir hüviyete sahiptir. Bu insan söz konusu olduğunda doğru bir bilmeye ama eksiklik taşıyan bir bilgiye işarettir. O yüzden bilme tüketilemez bir özellik kazanmaktadır. Yani her bilme edimimiz, sınırlı bir zemin ve zaman ile mukayyettir. Bu temel gerçeği unutmadan bilmeye yönelmeliyiz.
Burada insan, bilmeyi idrak üzerinden vasıtasız öğrenme imtiyazını taşımaktadır. Bunu da bu düzeyde bilme edimine sahip olmuş tarihsel şahsiyetlerden görüyor ve öğreniyoruz. İster Peygamberler, ister Filozoflar, ister irfan Sahibi Arifler üzerinden meseleyi ele alalım, dolaysız bir öğrenim olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Hatta bilim adamlarının buldum, buldum ve İslam âlimlerinin zihnime düştü, öğrendim, meseleyi çözdüm derken yaşadıkları ruh hali de bunu bize göstermektedir. İşte bilmenin farklı türevleri kadar kendi iç katmanlarının varlığını da somut bir düzeyde görme imkânımız vardır.
Bilme konusunda bir sınıflama yapılır: bilmeyenler, bilmediklerini, bilenler ve bilmeyenler. Negatif olan bilmediklerini de bilmeyenlerdir. Bilenler, bildiklerini bilenler ve bildiklerini bilmeyenler. Burada da negatif olan bildiğini bilmeyenlerdir. Ne bildiğini bilenler pozitif bir yaklaşıma sahip olurlar. Birde her şeyi bildiğini sananlar ile hiçbir şey bilmediğini bilenler vardır. Burada da her şeyi bildiğini sananlar negatif bir pozisyona sahiptir. Çünkü her şeyi bilme imkânsızdır. Ancak Tanrı/Yaratıcı Kudret her şeyi yerli yerinde bilir. Hiçbir şeyi bilmeyenler, kuşatıcı bir şekilde her şeyi bilemeyeceğini bildiklerinden bilmeye açıklığını korudukları için ilahi inayete açık olanlardır.
Demek ki bilme mümkündür. Ama bu bilmenin kuşatıcı bir özellik taşımadığını peşinen bilmeliyiz. Bildiğimiz şeyi bilerek ve farklarını gözeterek bilmeliyiz. Bildiğimiz şeyi anlamlı bir bilmeye dönüştürmeliyiz. Bu anlamını keşfettiğimiz bilmeyi anlamlı bir dile kavuşturmalıyız, bunu ifade ederken muhatabın durumunu dikkate almalıyız ki son aşaması da sağlıklı bir zeminde işleve kavuşsun…
İnsan tanımı ise; yaratılmış varlık içinde müstesna bir konuma sahip, sürekli gelişime açık, irade ve özgürlük üzerinden sorumlu kılınmış bir varlık olarak kulluğunu şuur üzerinden gerçekleştirdiği zaman ilahi inayete gark olacak bir Müslim, Mümin, Muhsin, Muhlis ve Muvahhit bir kuldur.
Ama şunu unutmamalıyız ki, bu tanımı doğru anlamak, her kelimesini ve kavramını doğru tanımlamak esasa taalluk eder. Dile gelmesi ayrı bir dert olan bilmenin anlaşılması da ayrı bir derttir…