Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

Erdoğan'ın bağımsız dış politikası: Gerçek mi yoksa bir manevra mı?

Geçtiğimiz günlerde Avrupa'nın Prag kentinde bir araya gelen 44 Avrupalı ​​liderin katıldığı yemekte ve Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis katılımcılara hitap ederken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Doğu Ege'deki anlaşmazlığı çözme konusunda ciddi değilsiniz" diyerek sözünü kesti. Avrupalı ​​liderlere dönerek onları Yunanistan ve Kıbrıs'ın yanında yer almakla suçladı, ardından, Avrupalı ​​liderlerin şaşkınlığı karşısında öfkeyle toplantıdan ayrıldı. Erdoğan daha sonra düzenlediği basın toplantısında “Bir gece ansızın gelebiliriz” ifadelerini kullanarak, Yunanistan Başbakanı'nı tehdit etti.  Bir gazetecinin Yunanistan’a saldırmak isteyip istemediğini sorması üzerine "Sanırım siz ne demek istediğimi anladınız" yanıtını verdi.
Erdoğan, davranışlarında ve dış politikasında Avrupa ve NATO liderleri için kafa karışıklığının zirvesini temsil ediyor. Böylece mümkünse kendisini ikna etmek, değilse de Erdoğan'ın kriz yaşayan uluslararası sistemdeki dengeler üzerinde oynayarak dış politikada bağımsızlık kazanımı dediği şeyi değiştirmeye zorlamak için kendisiyle olan ilişkisini gözden geçirmelerini sağlıyor. Erdoğan'ın davranışı, Avrupa Birliği'ne girmenin artık bir öncelik değil, bir pazarlık aracı olduğu ve NATO'da kalmanın Türkiye'den çok Batılı bir ihtiyaç olduğu inancından kaynaklanıyor. İç faktörlerin eşlik ettiği bu inanç, onu Batılı müttefiklerine endişe ile Rusya ve Çin için fırsatlar getiren bağımsız bir dış politika izlemeye, ABD'nin egemen olduğu eski bir uluslararası düzenin yıkıntıları üzerine yeni bir uluslararası düzeni yeniden çizmeye yöneltti. Üstelik bu ‘bağımsızlık’ politikası, onun iç rakiplerine karşı üstün kalmasının ve yaklaşmakta olan parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasının yolunu açıyor. Bu politikanın tezahürleri arasında gövde gösterisi yapmak, sınırları aşmakla tehdit etmek ve müttefiklerini kızdırmak için Yunanistan ile tartışmak ve Türkiye'nin hayati güvenliği için ülkesi içindeki muhaliflerini onunla taraf olmaya zorlamak yer alıyor.
Bu ‘bağımsızlık’ politikası aynı zamanda Erdoğan'ın iktidara geldiğinde benimsediği liberal seçeneğin başarısız olmasının ve alternatif bir proje elde edilememesinin sebeplerinden biridir. Prof. Dr. Cihan Tuğal'a göre Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002'de olduğu gibi artık Batı ekonomisiyle bütünleşmeye hevesli, Avrupa ailesine girmeye istekli liberal bir parti değil. Aksine bu seçeneğe şüpheyle yaklaşıyor. Bunun iki sebebi var: Birincisi, Türkiye'nin ekonomik rönesansının doğrudan bir nedeni olan Türkiye'deki yabancı yatırımın körelmesine yol açan Batı dünyasının yaşadığı 2008 mali krizi; Erdoğan, bu kaybı telafi etmek için, askeri aygıtı ve sivil bürokrasiyi yaygınlaştırmanın iyi bilinen araçlarıyla kapitalist devleti yeniden canlandırdı. Bu, devletin zorlayıcı araçlarıyla temsil ettiği toplum lehine bireysel özgürlüklerden geri çekilmek demektir. İkinci sebep ise Arap Baharı'nın başarısızlığının, Ahmet Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanı ve Başbakan olduğu dönemde düşünce ve uygulamada temsil ettiği liberal kapitalist (İslami) Türk modelinin yıkılmasına katkıda bulunmasıdır. Erdoğan, Arap Baharı'nın yaşandığı ülkelerde en büyük oyuncu olmayı, onları Türk malları için pazar haline getirmeyi, ticaret yollarından ve doğal kaynaklarından yararlanmayı arzuladı. Ancak Arap Baharı'nın mezhep devrimlerine dönüşmesi ve bu baharın seyrine İran, ABD’nin ve Rusya'nın nüfuz etmesi ile Türkiye'nin kafası karışmış ve bu savaşların döngüsüne girmiş oldu. Tuğal’e göre bu, liberal projesini canlandırmak imkânsız hale geldikten sonra liberalizmin mimarı Ahmet Davutoğlu'nun dışlanmasına yol açtı. Böylece Erdoğan, bağımsızlık siyaseti sloganı altında liberalizmi, Üçüncü Dünya ve Mavi Vatan teorilerini birleştiren melez bir modelle değiştirmek zorunda kaldı. Üçüncü Dünya teorisi, AK Parti'nin iktidara gelmesinden önce siyasi ve sol İslam tarafından benimsendi. Sömürgecilikle mücadele ve Üçüncü Dünya'nın çıkarlarını savunma fikri etrafında dönüyor. Mavi Vatan teorisi ise Türkiye'nin, Türkçe konuşulan ülkelerde, Doğu Akdeniz'de ve Ortadoğu'da, Rusya ve Amerika gibi hayati bir alana sahip olduğunu düşünen Türk sağının vizyonudur. Özünde bu teori bölgeyi, ticaret yollarını ve zenginliğini kontrol etmeyi amaçlayan imparatorluk (Osmanlı) düşüncesini savunur.
Kapitalist devletin yükselişi ve liberalizmin çöküşüyle ​​Erdoğan, Gülen'le ittifak yaparken görevden aldığı Kemalistleri orduda göreve geri getirdi. Asi Kürtlere karşı radikal sağı kullandı. Dolayısıyla Yunanistan ile savaş tehdidi, aşırı sağın yatıştırılması ve Batı'ya yönelik (görünüşte) bağımsız bir politika olarak yorumlanabilir. Batı emperyalizmine karşı ‘Üçüncü Dünya’ teorisinin destekçilerini memnun etmeyi hedefliyor. Bu algıya göre Erdoğan, Amerika'nın düşüşte olduğunu, Çin'in yükselişte olduğunu ve Putin'in buna dayanabileceğini görüyor. Böylece istediğini elde etmek için biraz manevra yapabilir. Ancak manevra yapmanın sınırları vardır. ABD'ye veya Batı'ya zarar verirse telafisi mümkün olmaz. Bu nedenle, ABD onu ciddi yaptırımlarla tehdit ettiğinde, Rus mali sistemini kullanmaktan hızla geri çekildi. Avrupa Birliği de bunun Putin'i güçlendireceğini ve Erdoğan'ın bağımsızlığını artıracağını bilerek Türkiye'nin Rus doğalgaz taşımacılığının merkezi olmasını kabul etmedi. ABD de Türkiye'nin NATO üyesi olmasını kabul edip ittifakın çıkarlarına aykırı hareket etmeyecekti. Bu nedenle Erdoğan, Türkiye askeri olarak NATO'ya bağlı olduğu ve ticari olarak Batı'ya, özellikle Avrupa Birliği'ne ve ekonomik olarak Körfez para yatırımlarına bağımlı olduğu sürece bağımsızlık politikasının anlamsız olduğunun tamamen farkındadır. Deneyimler, sıkıntı veya ilgi olduğunda geri adım attığını göstermiştir.
Erdoğan, bu uluslararası kriz ve Türkiye'nin iç durumu karşısında, nasıl dengede duracağını ve ne zaman taraf tutacağını bilirse hiçbir şey kaybetmeyeceğine inanıyor ve şimdiye kadar bu rolü ustaca ve çekinmeden oynadığı görülüyor. Putin ile ilişkilerini sürdürdü, ancak Rus savaş gemilerinin Karadeniz'den geçişini engelleyerek Batı'ya boyun eğdi ve Putin ile mali anlaşmalardan geri adım attı. Ukrayna'yı desteklemeye devam ederek Batı'nın onayını ve teşvikini kazandı. Aynı zamanda uluslararası alanda kredisini artırmak için tüm araçlarını kullandı ve içerideki rakiplerini birçok karttan mahrum etti. Erdoğan'ın bağımsızlık politikası, iç ve dış değişimlere bir yanıttır. Bu ancak Erdoğan gerçekten bir kamptan diğerine geçmeye karar verir veya Batı'nın stratejik çıkarlarına ciddi şekilde zarar verirse bağımsızlık olarak tanımlanabilir.