Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Uluslararası sistem ve iklim sorunu

Nihayet, önümüzdeki hafta Mısır, Arap dünyası ve dünya, insan ırkına yönelik en önemli tehditlerden biriyle yüzleşmek için uluslararası ve küresel güçleri seferber etmesi gereken BM Uluslararası İklim Değişikliği Konferansı veya COP27 etkinliğine şahit olacak.
Sorun, tıpkı son iki yılda dünyada erişmedik yer bırakmayan Kovid-19 salgını gibi, çevreyle ilgili olanlar dahil olmak üzere çeşitli konuların küresel bir nitelik kazandığı dünyada devam eden "küreselleşme" sürecinin bir parçası gibi görünüyor. Ancak bilimsel ve çevresel boyutlarıyla mesele kesin ve çözümlenmiş görünüyor. Zira bilim,  yangınlar, kasırgalar, sel baskınları ve hatta okyanuslardaki bazı ülkelerin/adaların batması gibi iklimsel gelişmelerin ülkeler üzerindeki tehlikelerini,  sıcak ve kuraklık kaynaklı insan sağlığına doğrudan etkilerini, özellikle gıda kaynakları, enerji ve kalkınma sorunlarıyla başa çıkmaya olumsuz sonuçlarını vurguluyor. Buradaki en büyük ikilem, konferans yapıldığında, bir yanda devletler ve toplumlar üzerinde baskı oluşturan iklim olaylarından dolayı uluslararası toplumun sıkıntılarının artması, ancak aynı zamanda, Ukrayna krizinden kaynaklanan anlaşmazlık, çatışma dahil olmak üzere uluslararası sistemdeki gelişmelerin bir sonucu olarak uluslararası toplumun iklim olaylarına odağını ve dikkatini kaybetmesi. Öyle ki, artan iklim tehlikeleriyle başa çıkmak için uluslararası bir konsensüs oluşturmak artık zorlaştı. Kesin gerçek şu ki, uluslararası ve küresel sistemler arasındaki karşıtlık artıyor, birincisi, ikincisine korkunç nükleer sınırlara ulaşan bir kuvvetle baskı yapıyor.
Açıklamak gerekirse, uluslararası sistem yalnızca askeri ve ekonomik güce dayalı statik bir etkileşim durumu değil. Aynı zamanda iki dünya savaşı ve bunların yıkıcı etkileri ile yüksek bir konuma ulaşan devasa teknolojik gelişmeler için de geniş bir alan. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda nükleer silahların kullanılması, uluslararası siyasi düşünce üzerinde büyük bir etki bıraktı. Bu yüzden, uluslararası siyasi düşünce, insan ırkının kendisinin yok olma tehdidi altında olduğu, dolayısıyla ülkeler arasında iş birliğini artıracak ve aralarındaki rekabeti azaltacak küresel kurumların yaratılması gerektiği temeline dayandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti'nin temsil ettiği emsallerinin bulunmasına rağmen, söz konusu kurumun ikinci savaşı engelleyememesi, ikinci savaşın galip ülkelerini siyasi olarak Birleşmiş Milletler’e dayalı yeni bir dünya düzeni kurmaya sevk etti. Söz konusu düzen çok geçmeden Bretton Woods, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu örgütleri, BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi, UNESCO ve postadan havacılık, sağlık ve gıdaya kadar küresel meselelerde uzman düzinelerce kuruluş tarafından temsil edilen ekonomik ve kültürel boyutları kapsayacak biçimde genişledi. Soğuk Savaş yoğunlaşsa da 20. yüzyılın 50’li yıllarının sonunda hem Amerika Birleşik Devletleri'nin hem de Sovyetler Birliği'nin uzaya çıkışıyla, etkileşim alanında dünya neredeyse küçük bir köy haline geldi. 20. yüzyılın seksenli yıllarının gelişi ve üçüncü teknolojik sanayi devriminin muazzam yükselişi ile birlikte “uluslararası ajanda” da yükselmeye başladı. Yol açtığı jeopolitik ve jeoekonomik etkileşimlerle, Soğuk Savaş sona erdi, Sovyetler Birliği çöktü, Amerika Birleşik Devletleri'nin önderliğindeki “küreselleşme” ve “dünya düzeni” kuruldu. "Dünya düzeni", ticaret, kültür, karşılıklı bağımlılık, uluslararası göç ve uluslararası ekonomik pastadan en büyük payı almak için rekabet gibi yoğun bir etkileşim hali üzerine inşa edildi.
Aslında tüm dünyayı kapsayıcı hale gelen yeni dünya düzeni ile Sovyetler Birliği'nin varisi Rusya'nın eski gücünün çoğunu yeniden kazanmaya başladığı, Çin'in küreselleşmeden yararlanma yeteneğinin bir sonucu olarak doğmakta olan bir süper güç olarak yükseldiği bir zamanda, ABD'nin tek başına önderlik ettiği uluslararası sistem arasında bir uyuşmazlık bulunmuyor değil. Rusya’nın gücünü geri kazanması ve Çin’in yükselişiyle birlikte  "tek kutupluluğa" dayalı uluslararası sistem ile nesnel olarak yeni güçler içeren küresel sistem arasında bir karşıtlık oluşmaya başladı. Küresel sistem, Doğu Avrupa'daki yeni koşulları kontrol altına almayı, 1997'deki Asya ekonomi krizi ve hatta 2008'deki küresel finans kriziyle başa çıkmayı başarsa da, uluslararası sistemin gerçekliği ile küresel sistemin durumu arasında bir zıtlık olduğu artık açık ve net. İlkinde, ülkeler liderlik ve tahakküm için “jeopolitik” çıkarlarını savunuyorlardı.
İkincisinde, devletler kendi varoluşsal çıkarlarını savunmak için iş birliği yaptılar. Aynı çıkarlar, yalnızca küresel ısınma ve salgın hastalıklar gibi geniş çaplı, derin, sürekli ve tüm ulusların iş birliğini gerektiren sorunları her ülke tek başına çözemeyeceği için değil, söz konusu olan insan ırkının hayatta kalması veya yok olması meselesi olduğundan daha fazla iş birliğine yönlendiriyor. Ancak Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesiyle, Ukrayna ile başlayan ve Avrupalıların önceki yüzyıllarda tanık oldukları gibi kapsamlı bir Avrupa savaşından geçerek Rusya ile NATO arasında küresel bir savaşa varan, geniş bir küresel olasılıklar paketi tetiklendi. Askeri operasyonların Avrupa güvenliğinin kalbine dokunmasının, ekonomik sonuçlarının dünyadaki enerji, gıda ve inşaat konularını olumsuz etkileyen küresel enflasyona yol açmasının ardından, Rus-Ukrayna savaşı, dünyanın birçok ülkesinin yüksek çıkarlarını etkileyen uluslararası bir krize dönüştü.
Uluslararası sistemin revizyonlara ve savaşlara tanık olduğu bu koşullarda, insan yaşamını tehdit eden seller, yükselen sıcaklıklar ve göllerin kuruması gibi şekillerde ortaya çıkan gezegenin kaderine yönelik tehditlerin devam etmesinin yanı sıra, ülkeler ve bölgeler arasında intikal eden bir kaos var. İklim değişikliği krizi, çevreyle ilgili olanlar dahil olmak üzere uluslararası sistemi etkilediğinden, dünya çapında devam eden küreselleşme sürecinin bir parçası.
Geçtiğimiz 30 yıl boyunca mesele, uluslararası sistem içinde iklim krizinin sorumlusunun kim olduğu ve çeşitli endüstrilerden kaynaklanan karbon emisyonlarının bir sonucu olarak yol açtığı zararlar etrafında dönen siyasi boyutlar kazandı.
Hem de çeşitli aşamalarıyla iklim konferanslarında küresel çevreyi kirleten toplam karbon oranının yüzde 53'ünün sorumluluğunu bir dizi başka sanayileşmiş ülkeye ek olarak yalnızca üç ülkenin, Çin, ABD ve Hindistan’ın taşıdığına dair sunulan kanıtlara rağmen.
Böyle “küresel” bir krizle ilgili en büyük ikilem, tüm “küresel” sistem bu derece kutuplaşma ve gerilim içindeyken onunla başa çıkmanın mümkün olmaması. Tüm tarafları bağlayıcı anlaşmaların imzalanmasının önünde duran şey de bu.
Şarm eş-Şeyh'te düzenlenecek COP 27 Konferansı, “jeopolitik” meselelerin ne Doğu’nun ne Batı'nın, ne demokratik ne demokratik olmayan rejimlerin, ne gelişmiş ne gelişmekte olan toplumların kaçınamayacakları küresel nitelikteki sorunlardan ayrı ele alınmasına olanak tanıyacak yeni bir dizi küresel uzlaşmanın başlatılmasına izin verecek köprüler oluşturabilir mi?
Son olarak, salgın hastalıklar ve iklim, küreselleşmenin ve bölgesel sistemlerin çözülmesi, izolasyon ve kimlik siyaseti her an daha çok kökleşirken insan iletişimini hiç olmadığı kadar büyük hale getiren yeni teknolojik kalıplarla yüzleşmenin zorlukları gibi krizler dahil olmak üzere 21. yüzyılın sorunlarına değinen yeni bir dünya düzeni ortaya çıkacak mı?
Mesele bir bütün olarak paradoksal ve çelişkili görünebilir, ancak insani gelişimin anahtarı her zaman böyle olmuştur.