Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Sözde çoğulculuk, eylemde tekçilik!

Konusu ne olursa olsun öncesinde hoşgörü ve çoğulculuk çağrısı yapılmadıkça hiçbir konferans yapılmaz. 20. yüzyılın ortalarından sonra bu çağrı siyasi olarak gerçek demokrasi felsefesi bağlamında başladı. Ancak ‘dinin dönüşü’ olarak adlandırılan olgunun yükselişiyle birlikte bu iki talep dini bir renge büründü. Bu haliyle John Locke’un kastettiği anlamda hoşgörü, yalnızca Katolikler ve Protestanlar arasında değil; başta İbrahimi dinler olmak üzere tüm dinler arasında karşılıklı tanınmayı ifade eder.
Soğuk Savaş dönemi (1950-1990), çoğulculuğun ana sahnesiydi ve Varşova Paktı tarafları diye adlandırılan totaliter rejimlere karşı kullanıldı. Komünist cenahta tek parti hüküm sürerken, bu tarafın sembolü siyasi partilerin çokluğuydu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra genel olarak ulus-devlet ve ulusal ideolojilerden uzaklaşmak mantıklıydı. Bunu nedeni yoğun asimilasyon eğilimi ve etnik, kültürel veya politik çeşitlilik talebinin reddiydi. Sovyetler Birliği bilindiği kadarıyla asimilasyonist bir eğişime sahip değildir, en azından anayasasında bir uluslar birliği olduğu yer alıyordu. Ancak Batılılar, Rusların Sovyetler Birliği içindeki diğer ‘halklara’ karşı kendilerini yüceltmelerini karalamaya ve aynı zamanda genişleyen federal devlet içinde komünist partinin tekçiliğini eleştirmeye devam ettiler. Totaliterlik ve tiranlık suçlaması komünist rejimlerin yanı sıra Sovyetler Birliği’nin Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki müttefiklerinin itibarını zedeledi. Bağımsızlığına yeni kavuşan devletlerdeki bu rejimler, ‘Marksist-Leninist’ olarak adlandırılma onuruna sahip olsalar da, çoğunlukla komünist değildiler.
Dinlerin çoğulculuğun tanınmasını ne zaman talep etmeye başladığını tam olarak bilmiyorum. Ancak mesele, İkinci Vatikan Konseyi’nde (1962 - 1965) farklı bir şekilde gündeme getirildi. Katolik Kilisesi, iki İbrahim din olan Yahudilik ve İslam başta olmak üzere diğer dinleri tanıma meselesine eğildi. Doğal olarak, tanınma (kurtuluş imkanı) gerçekleştiği taktirde seni tanıyan Katolik’in, senin de onu tanımanı beklemesi mantıklı olur. Bu Müslümanlar için kolaydı çünkü Kuran Yahudiliği ve Hıristiyanlığı tanıyordu. Ancak, bilindiği üzere, Kilisenin çağlar boyunca başlarına gelenler için defalarca özür dilemesine rağmen, bu Yahudiler için kolay değildi. Diğer taraftan buradaki mesele, geçen yüzyılın seksenli yıllarından itibaren, toplumda çoğulculuğun tanınması ve azınlıkların -özellikle de Müslümanların- haklarının korunması talebine dönüştü. Arap ve İslam ülkelerindeki pek çok durumda siyasi tiranlık eleştirilerine, dini tiranlık eleştirisi katıldı. Bu eleştirmenlere göre -dinde zorlama olmasa bile- Müslümanların her yönden ‘birlik’ vurgusunun yoğunluğu nedeniyle hak ve görevler veya vizyonlar arasında bir farklılık vardır. İslam’daki yoğun birlik vurgusu, ulusal (Arap) birleşmelere de yansıdı. Onlar arasında Mustafa Satı-el Husri gibi laik olanlar bile vardır!
Şiddet olaylarının tırmandığı geçen yüzyılın doksanlı yıllarında ve sonrasında durum zorlaştı. Samuel Huntington’ın teorisinin mantığı, İslam’ın kendi toplumlarının içindeki veya dışındaki diğerini (dini) kabul edemeyeceği yönündeydi. Çeşitli bildiriler, açıklamalar ve deklarasyonlar ile bu reddedildi. Elbette bunun pek çok delili vardır ve en önemlisi beş yüz milyon Müslümanın gayrimüslimlerin çoğunlukta olduğu toplumlarda yaşamasıdır. Asya’daki gibi bazı toplumlarda meydana gelen sorunlar İslami olmayan yönlerden kaynaklanmaktaydı. Ardından kırk yılı aşkın bir süre sonra -aşırılık her ne kadar ortadan kalkmasa da- terörizm büyük ölçüde yatıştı. Ayrıca gözlemcilerin nazarında İslam tehlikesi azaldı ve siyasi ve dini çoğulculuğa yönelik iki tehlike ortaya çıktı. Bir taraftan Myanmar, Sincar ve bazı Hindistan eyaletlerinde Müslümanlara karşı gerilim yatakları bulunurken, diğer yanda Avrupa kıtasını ve İsrail’i kasıp kavuran popülistler var. Bunun birincil nedenleri dini olmasa da, siyasi veya etnik çoğulculuğu reddetmesi ve hayali bir ırkın saflığına, bazen de dini saflığa dönme arzusundan dolayı eski demokrasiler için tehdit oluşturmaktadır. İsrail’deki seçimleri dindar radikallerin kazanması gibi, İtalyan seçimlerini bu tür bir parti kazandı.
Eskiden beri tüm toplumlarda aydınlar ile sıradan insanlar arasında münhasırlıktan söz eden ve bunun gerekliliğini söyleyen akımlar olmuştur. Amin Maalouf’un ‘Katil Kimlikler’ kitabında, Orta Çağ’da Müslümanların Avrupa’dan daha az fanatik ve daha açık olduğunu okumuştum. 20. yy’de durum tersine döndü ve Avrupalılar din, mezhep ve milliyetçilik çatışmalarından en fazla kurtulan taraf oldular. Ardından Başkan Putin ortaya çıktı ve popülistler her yere dağıldı. Şayet popülistlerin yakın bir seçim niyeti varsa, bunun ideolojik içerikten yoksun olduğu hiçbir şekilde düşünülemez. Başkan Putin olayına gelince, bu gerçekten ulusal bir fenomen mi, yoksa stratejik ve sınır kazanımları için bir mücadele mi?! Ardından ABD seçimleri vesilesiyle ikinci veya üçüncü kez şunu soralım: Donald Trump fenomeninin doğası nedir? Fransa’da olduğu gibi yerleşik düzenden (establishement) bıkkınlık mı yoksa popülizm veya banliyö patlaması mı?
Çoğulculuk her fırsatta övülüyor. Başkan Putin bile çok kutupluluk istiyor. Ancak gerçek şu ki, yükselen popülistler çoğulculuğa inanmıyor ve kabul etmiyor. ABD’li din felsefecisi Scott W. Hibbard, ‘Dini Akımlar ve Seküler Devletler’ kitabında, şiddet üreten popülistlerin varlığına pek inanmıyor; aksine demokratik ülkelerdeki partilerin, seçimlerde oy kazanmak için dindar insanların duygularını istismar ettiğini düşünüyor! Kendisine, “Ancak ideolojik İslamcılar, güç kazanmak için dini kullanır” dediğimizde şöyle cevap veriyor: “İslamcılar büyük ve kalabalık bir akım olacak kadar çok değiller. Oysa bu popülizmin bir koşuludur.”