Lübnan'da haber bültenlerini hazırlayanlar hayran olunmayı hak ediyorlar. Sahte güvencelere susamış çaresiz halkı cezbedecek herhangi bir "eski yeni"yi sürekli türetebiliyorlar.
Çoğu Lübnan kanalındaki haber bültenlerini ve söyleyecek bir şeyleri olduğunu düşündüğüm insanlarla yapılan siyasi söyleşi programlarını - fırsat buldukça - takip ederim. Çoğunun aynı anda hem bir şey söyleyip hem de hiçbir şey söylememe yeteneği beni hayretler içinde bırakır. Bana hep merhum gazeteci ve siyasetçi Şeyh Yusuf el-Hazen'in bir gazeteciye yaptığı tanımlamayı hatırlatır: "Bu adam, boşluğu kendisi gibi boşlukla doldurmakta en yetenekli kişi!"
Haber ve yorumları aynı şekilde tekrarlayıp durmak, analizler uydurmak, şurada işarette orada imalarda bulunmak, bugün aklı başında insanların çoğunun hastalığının doğasını bildiği bir ülkede “günlük rutin” haline geldi. Gelgelelim bu aklı başında insanlar hastalığın doğasını ruhlara işlemiş bağnazlıktan, nüfuz ve ceplere bağlı çıkarlardan, hayatta kalma içgüdüsünden kaynaklanan inkardan dolayı görmezden gelirler.
Dün 2023'ün ilk haftası sona ererken, haber ve yorumların ön saflarında, cumhurbaşkanı seçimi meselesinin çözümüne dair iyimser spekülasyonlar yer aldı. Bu bağlamda, genellikle falancanın görüşüne, filan kişinin “bilgilerine”, gerçekten mevcut ya da uydurulmuş olabilecek hayalet “kaynakların” yaptığı sızıntılara atıfta bulunulur.
Bunlar ya niyetleri keşfetmek ya da manevraların yönünü etkileyebilecek genel bir ruh hali yaratmak için sızdırılır. Ardından Lübnan gibi küçük bir ülkeyi, dahası “stratejilerin” yokluğunda onun da “taktikler” ile oyalandığı bölgenin sınırlarını aşan “büyük anlaşmaların” olgunlaşmasını beklerken zaman kazanmak için hesaplamalara girişilir. Elbette pek çok kişinin tartışmaktan kaçındığı temel sabite, Hizbullah'ın siyasi ve güvenlik karar alma mekanizmalarındaki rolünün merkeziliğidir.
Hemen hemen herkes “yolsuzluğu” eleştirmekle oyalanıyor, “siyasi sınıf”tan yönetim ve yargıya kadar şüpheliler hakkında ithamlarda bulunmaya koyuluyor. Yine öfkeyle hizmetlerin çöküşünü, kontrolsüz silahı, Suriyeli mültecilerin kamu hizmetleri ve kırılgan ekonomi üzerindeki baskısını gündeme getiriyor. Ama tüm bunları yaparken hiç kimse Hizbullah’ın bu koşullardaki merkezi rolü üzerinde durmuyor.
Gerçek şu ki, "Hizbullah" "siyasi sınıf"ın ayrılmaz bir parçası ve aynı zamanda doksanların başında rolünün ortaya çıkmasından beri onun koruyucusu ve sponsoru.
1989'daki "Taif Anlaşması" metnine göre Lübnan iç savaşına katılan milis gruplarının silahsızlandırılması sürecinde - iyi bilindiği gibi - sadece Hizbullah bunun dışında bırakıldı. O zaman yerel düzeyde ve (Şam rejiminin Lübnan üzerindeki hakimiyeti sırasında) Suriye tarafından pazarlanan bahane, Hizbullah’ın Güney Lübnan'ın işgal altındaki bölgelerindeki “kurtarıcı” rolüydü. Ne var ki Hizbullah, hiçbir gün "Taif"e uymadı, Suriye rejiminin izlediği etrafından dolaşma yöntemiyle ona uyum sağlamış gibi göründü. Suriye rejimine gelince, anlaşma metninde sadece kendisine uygun olanları seçiyordu. Rejimin, 1989'da merhum cumhurbaşkanı Röne Muavvad'ın (Taif'ten sonra seçilen ilk cumhurbaşkanı) uğradığı suikasta, ardından 2005'te anlaşma, anayasa ve devlet olarak "Taif" Anlaşmasının en önemli sembollerinden biri olan eski başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesine karışmakla suçlandığından ise bahsetmiyoruz bile.
1990 ile 2004 yılları arasında Hizbullah ve arkasındaki İran yönetimi, nüfuzunu Lübnan'daki Suriye varlığı perdesi arkasından kullanmayı kabul etti. Bu nedenle, Şam rejiminin hakimiyeti döneminde Hizbullah’ın Lübnan'da var olan "yolsuzluk" sistemine (örtülü aktif katılımı demeyelim de) ondan duyduğu "memnuniyeti” önemsememek anlamsız. Lübnan mutabakatı düşmanlarının ve “Taif” karşıtı komplocuların -özellikle- “Taif devleti”ne, anayasasına ve Refik Hariri'nin şahsına ısrarla yönelttikleri oklara gelince, asıl 1990 ile 2004 yılları arasında Lübnan'da siyasi ve güvenlik kararlarını kim aldıysa onlara yöneltilmeli. Bu kararları alanları gerçeği itiraf etmek istemeyenler hariç herkes çok iyi biliyor.
Dürüstlük iddiasında bulunanların hakkında çok konuştukları "yolsuzluğun" sponsoru sınırların dışındaydı ve hâlâ da öyle. Hariri'nin öldürülmesi ve Suriye’nin hegemonik güçlerinin 2004’ten ve daha sonra 2011'den sonra geri çekilmelerini müteakip değişen her şey, Lübnan'ın işgali, zenginliklerine ve kaderine hakim olma konusunda kimin "kahraman", kimin "figüran" olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasıdır. Suriye askerinin çekilmesinin ardından Hizbullah, İran'ın bölgeye yönelik stratejik planında gizli olarak oynadığı rolü alenen oynamaya başladı.
“Humeyni devrimini ihraç etme” üzerine kurulu bu plan dünün ürünü değil. Ancak birkaç önemli faktör, bölgesel ve stratejik çıkarlar doğrultusunda, gizli ve açık bir şekilde ona yardım etti ve destekledi.
Her şeyden önce, “azınlıkların ittifakı” fikri, Batı'nın İslam dünyasıyla ilişkilerinin tarihinde çok eskidir ve özellikle Batı ve Orta Avrupa'da Orta Çağ'a kadar uzanır.
İkincisi, 2003 yılında Irak'ın işgaline ve Tahran Mollaları ile onların mezhepçi milislerine teslim edilmesine tanık olundu. O dönemde bu karar, Beyaz Saray ve özellikle Pentagon'da etkili olan - evanjelik Hristiyan müttefikleriyle "Likudistler" liderliğindeki- Amerikan "neo-muhafazakarlar" tarafından alınmıştı.
Üçüncüsü, 2003'te Irak'ta olanları ve ardından -geçici Amerikan yönetici Paul Bremer'in deyimiyle- Irak’ta "Sünni yönetiminin sona erdirilmesini”, 2005'te Lübnan'da en önde gelen Sünni lider Refik Hariri'nin tasfiyesi izledi. Bu adamın tasfiyesi - 1989'da cumhurbaşkanı Röne Muavvad'ın tasfiyesi gibi – "Taif" Anlaşmasına karşı darbenin taşlarını döşemek için onu hedef alma bağlamında gerçekleşmişti. Nasıl ki Muavvad'ın tasfiyesinde “Taif” Anlaşmasını kendi keyfine ve şartlarına göre yorumlayıp uygulamak istediği suçlamasıyla parmaklar Şam'ı işaret etmişse, Hariri suikastında da Hizbullah, Taif Anlaşmasının etkilerini sona erdirmek ve anayasasını ortadan kaldırmak için onu öldürmekle suçlandı.
Dördüncüsü, “Hizbullah” açısından tek başına “Taif”i ortadan kaldırma görevini üstlenmesi uygun değildi. Bu noktada "Taif Devleti"nin ortak muhaliflerinin çıkarları, "Azınlıklar İttifakı" çatısı altında buluştu. Ardından "Hizbullah" ile "Özgür Yurtsever Hareket" arasındaki geçici ama önemli bir taktik anlaşma olan "Mar Mihail Mutabakatı" ile ifade buldu. Bu “mutabakat”, “Taif Anayasası”, “Sünni durum”, “Dürzi liderliği” ve "Taif"i çekişmeyi önlemek için gerekli minimum bir adım, derinlemesine siyasi ve sosyal reformların çıkış noktası olarak gören egemen ulusal akımların her birine karşı bir cephe oluşturdu.
Bugün, sınırları aşan bölgesel ve stratejik bir planı temsil eden bir taraf ile kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için eğilimlerden faydalanan aşırı fırsatçı bir grup arasındaki o anlaşmanın gerçekliği tamamen netleşti.
Dolayısıyla bölgesel plan konusu ve özellikle de Lübnan içindeki yıkıcı etkileri ele alınmadıkça, cumhurbaşkanı adaylarının isimleri oyunuyla oyalanmak, “yolsuzlukla” mücadele ve “siyasi sınıfın” kötülükleri hakkında tumturaklı konuşmalar yapmak anlamsızdır.
TT
Lübnan: Sorular çok cevap bir
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة