Para ile dil arasında ilginç bir benzerlik var. Her ikisinin de kendilerinden kaynaklanan bir değerleri yok. Başka değerleri temsil ettikleri oranda değer kazanırlar. Para bir memleketin yer altı, yer üstü, maddi, manevi servetini temsilen vardır. Dil bir milletin maddi ve manevi değerlerini, duygularını, düşüncelerini, acılarını, sevinçlerini ifade etmesi itibariyle varlık kazanır.
Tarlamızı, bağımızı, bahçemizi, akla gelebilecek her bir servet nitelikli varlığımızı cebimizde taşıyamadığımız için para araya girerek hayatımızı kolaylaştırmış. Dilin de böyle bir işlevi var. Acılarımızı, sevinçlerimizi, coşkularımızı, hüzünlerimizi, manevi ve duygu dünyamızın her bir varlığını çıkarıp gösteremeyeceğimiz için dil devreye girmiş ve bu anlamda en az para kadar hayatımızı kolaylaştırmıştır.
Dile göre paranın icadı çok sonradır. Önceleri insanlar sahip oldukları ürünleri bizzat değiş tokuş yaparlardı. Düşünsenize, sahip olduğunuz bir kilo soğan karşılığında bir kilo elma almak istiyorsunuz ama elma sahibinin soğana ihtiyacı yok. Gel de çık işin içinden. Lidyalılar, büyüksünüz vesselam.
Dil öyle değil. Kimse bulmadı onu. İnsanoğlu olarak yeryüzüne adım attığımız günden beri bizimle beraberdir. Hatta bizden “önce dil vardı”. Yani dili su gibi, hava gibi hazır bulmuşuz. O gün bugündür acımızı, sevgimizi, öfkemizi, gururumuzu, hüznümüzü, aşkımızı, hayallerimizi, hayal kırıklıklarımızı, açlığımızı, tokluğumuzu kelimelerin sırtına vurur başkalarına aktarır, karşılığında onların benzer duygularını alırız. Çünkü hem olumlu hem de olumsuz duygular paylaşılmazsa ukde gibi içimize oturur ve bizi nefessiz bırakırlar.
Sabahın erken saatlerinde Patnos’tan Adilcevaz’a giderken bunları düşünüyordum. Van tarafında Erek dağının ardından yüzünü gösteren sabahın güneşi Süphan dağının karlı başına selam veriyordu o sırada. Süphan dağı denince akla Siyabend û Xecê destanı gelir. Soğuk kış gecelerinin sobayla ısıtılmış divanlarının sakinlerinin yüreklerini yakıcı hüznüyle ısıtan bir destandır. Sevdiği Xecê’yi kaçırıp Süphan dağının yamaçlarına götüren Siyabend ile Xêcê’nin hazin öyküsü gözyaşı eşliğinde dinlenirdi.
Tam bu sırada dağın Adilcevaz’a bakan yamaçlarında gözüm bir uçuruma ilişti. Altı yedi yaşlarında iken dedem ve babaannem ile birlikte at sırtında halamın şimdi gitmekte olduğumuz köyüne gidiyorduk. Bu noktada dedem ile babaannem bu uçurumu göstermiş ve Siyabend ile Xecê’nin mezarı buradadır demişlerdi. Ve dedem köye varıncaya kadar “Sîpanî gaze gaze/binyê de Elcewaz e/ Feleka malik xirab dilê Xecê/ goştê gakûvî dixwaze” diyerek destanı bize anlatmıştı.
İyi ki dil var, iyi ki Kürtçe var. Bu hazin destanı bu sayede biliyorum diye düşündüm. Ve sonra anadillerini unutan ve unutmakta olan milyonlarca Kürt çocuklarının artık bu destanı dinleyemeyeceklerini, dinleseler bile anlayamayacaklarını düşünerek en az Siyabend ile Xecê’nin akıbetleri gibi nefessiz bırakan bir hüzün bastı yüreğimi.
Sevgili anne babalar, parasız yaşanabilir. Nitekim Lidyalılar akıl edip icat edinceye kadar insanlık parasız yapabildi. Ama dilsiz yaşanmaz. Mem û Zîn’in, Ehmedê Xanî’nin, Melayê Cizîrî’nin, Feqiyê Teyran’ın, Elî Herîrî’nin, Sîyabend û Xecê’nin yaşaması çocuklarımızın Kürtçe ile yaşamasına, Kürtçe konuşmasına bağlıdır. Aksi takdirde “Siyabend ile Hece” diye bir hançer saplanır yüreklerimize.
Seçmeli dersler aracılığıyla da olsa çocuklarımıza Kürtçe (Kurmancî-Zazakî) öğretmemiz Mela Hüseynê Bateyî ile Mela Ehmedê Xasî’ye borcumuzdur.
TT
Siyabend ile Hece
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة