Hazım Sağıye
TT

Haydi yükümlülüğümüzü üstlenelim

1955 yılında Beyrut taraflarını Arap edebiyatının dekanı Taha Hüseyin ile Lübnanlı solcu yazar Raif Huri’nin oluşturduğu bir münazaraya tanık oldu. Münazaranın teması "Yazar kimin için yazar: Seçkinler için mi yoksa herkes için mi?" şeklindeydi ve Taha Hüseyin'in yazarın "seçkinler için yazdığını" savunması gerekiyordu. Ama bu ikilemenin yanlış olduğunu ve yazarın yalnızca "başkaları için, okuyabilenler için yazdığını" kabul ederek bunu yapmadı. Huri’ye gelince, beklendiği gibi, "halk için yazdığı" fikrinin savunuculuğunu üstlenmişti.
Münazaranın düzenleyicisi, “el-Adab” dergisinin sahibi ve yazı işleri müdürü, aynı zamanda John Paul Sartre'ı Arapçaya çevirenlerden biri olan Lübnanlı yazar Suheyl İdris'ti.
Gerçek şu ki, o dönemde tartışmanın etrafında döndüğü konu Sartrevari bir nitelik taşıyordu. Zira Araplar için Cezayir devrimini destekleyen Fransız filozof ve yazarın bu konuda söyledikleri kabul edilir iken, diğer kaynağı, yani Sovyetler kabul edilemezdi. Bunun nedeni, Moskova'nın yalnızca 8 yıl önce Filistin'in taksimi kararını desteklemesiydi. Münazaranın taraflarından biri ve komünistlerin dostu Raif Huri'ye gelince, arkadaşları onu Titoizm ve milliyetçilikle "suçladıkları" için kendisine dargınlardı. Böylece, iki tartışmacı, farklı konumlarına rağmen, Sovyetler Birliği'ndeki yazarların utanç verici durumunu kınama konusunda uzlaşmışlardı.
İlham kaynağı Sartre'a gelince, “1948'de Edebiyat Nedir?” (İngilizce çevirilerinden biri “Edebiyat ve Varoluşçuluk” başlığıyla yayınlanmıştı) adını taşıyan ve daha önce Fransız dergilerinde yayınlanmış “Yazmak nedir?”, “Neden yazarız?”, “Yazar kimin için yazar?” ve “1947’de Yazarın Konumu” başlıklı dört bölümden oluşan bir kitap yayınlamıştı.
Bundan önce Sartre, edebiyatı politize etme eğilimi nedeniyle eleştirilmişti, bu nedenle de kitabında eleştirmenlerine ve onların görüşlerine karşı çıkıyordu. Bununla birlikte, en çok dikkat çeken ve tartışmaların etrafında döndüğü husus, yazarının 17’inci, 18’inci ve 19’uncu yüzyıl Fransız edebiyatından çok sayıda alıntıyla desteklediği ve dilin Fransız kültürü ve toplumu üzerindeki etkisini detaylandırdığı ilk çalışmaydı.
Söz konusu çalışmada, Fransız filozof ve yazar, teorisini üzerine inşa edeceği şiir, resim, heykel ve müzik gibi diğer sanat dalları ile nesir arasındaki ayrımı kaydeder. “Açıklık adına” benimsenen bu ayrım, bu sanatsal formların izleyici ve dinleyici tarafından değerlendirildiği için bir “konu” olduğunu, nesrin ise işlevsel, ikna edici ve anlamlı olduğundan bir “öz” olduğunu belirtir. Zira yazarlarımız "yok etmek, öğretmek ve göstermek isterler”. Bir başka Sartrecı ifadede yazar, "konuşmacı, belirleyen, sunan, emreden, reddeden, araştıran, soran, aşağılayan, ikna eden ve ima edendir”. Okuyucunun ondan aldığı anlamın tek ifade edicisidir. Nesir anlam alanıdır, oysa anlamlar çizilmez, yontulmaz veya bestelenmez.
Dahası diğer sanat formları (resim, heykel, müzik...) sözcüklere değil şekil, renk, ton, duyusal unsurlar gibi çeşitli etkilere dayanırlar. Sözcüklerden oluşan şiir bile bu sözcükler ve içerikleri etrafında dönmez, onun için önemli olan bu sözcükleri bir araya getiren ve dizen şeydir. Şair dahi “dilin dışında” yaşar, onun eliyle sözcükler küçük dünyalara dönüşür. Bu da onu sözcüklerin kullanıcısından ziyade, hizmetçisi yapar. Buna karşılık nesir, sözcükleri çevremizde ve dünyamızda var olanların bir göstergesi olarak kullanır. Nitekim nesirde, dili yegane araç olarak kullanmadan gerçeği aramak ve konumları ortaya çıkarmak imkansızdır. Şiirin dile hizmet ettiği doğruysa, nesirde de dil ona hizmet eder ve onu "kullanmasına" izin verir. Bir hikaye ya da oyun yazmak bir üslubun varlığını gerektirirken, nesirde en önemli olan üslup değil, yazının ele aldığı konudur. Yani, bazı gerçekleri iletmek ve gelecekte bunların üstesinden gelmek amacıyla mevcut konumları açığa çıkarmaktır. Bu nedenle, nesir yazarının karşılaştığı sorular üslup veya estetik nitelikte değil, daha ziyade şöyledir; dünyanın hangi yönünü ortaya çıkarmak veya ifşa etmek istiyorsun? Bu ifşa yoluyla nasıl bir değişiklik getirmeyi düşünüyorsun? Yazar, sorumluluğunun gereği olarak bu işi yaparsa, bundan sonra hiçbir varlık “sorumluluğu olmadığı iddiasında bulunamaz.”
Bu sorumlu yazı, okuyuculara özgür bir toplum gerçeğini ve idealini ileten şeydir. Yazar dünyada olup bitenleri öğrenir öğrenmez sorumlu hale gelir ve konuşması gerekir. Buna karşılık, bu konuşmaya bir karşı çıkış olarak sessiz kalmak, edebiyatın "yasasını" ihlal etmek anlamına gelir.
Ancak bu koşullar şiir, resim, heykel ve müzikten talep edilmediği gibi roman vb. nesir türleri için de geçerli değildir. Çünkü edebî yazının bir hakikati aktarma projesi veya ideallere bir çağrı varsayılması, gerçeklerini kabul edenler için onu hem manevi bir çaba hem de bir seferberlik çabasına dahil eder. Oysa roman böyle bir çabaya dahil edilmemelidir.
Bu, elbette, nesirde sanatsal yönteme aldırmamak anlamına gelmez. Ancak sanatsal akıl yürütme, üsluba odaklanmakta fazla ileri gitmeme, öneri ve referans sınırları içinde kalma şartına bağlı kalır. Sartre, sadece yazarı psikolojik olarak analiz etmenin veya eserindeki bilinçdışı ve bilinçaltını ortaya çıkarmanın dikkatlerini çektiği "püriten" eleştirmenleri ya da edebiyatı sanatsal değeriyle sınırlayanları, toplumsal işlevini inkar edenleri, amacını ve etkisini yok sayanları kınar.
Kısacası bir kitabın sanatsal açıdan güzel, ahlaki açıdan kötü veya zararlı olması mümkün değildir.
Diğer bir deyişle, devrimci yaygaradan çokça yardım istese de her muhafazakar bilinçte olduğu gibi, ahlaki ve politik standart edebi standarda baskın çıkar. Dini kitaplarda olduğu gibi malzemesi söz olan yazarın taşıdığı bir mesaj vardır. Diğer sanatlardan farklı olarak, ne izleyici ne de dinleyici bu mesajın yargılamasına katılmaz. O sadece alıcıdır.
Sovyet yazarlarının Sartre'dan önce söylediklerini, Sartre yeniledi ve ona mutat Fransız bilgiçliğini ekledi. Yani bir kez daha bir davetçi ve davetliler, bir eksi ve bir artı kutup, bir dölleyen ile bir döllenen öğe ile karşı karşıyayız. Yazarlarımız onlarca yıl bu yükümlülüğe bağlı kaldılar.