Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

Akıl ve Hareket

"İşlemeyen demir pas tutar, akmayıp durgunlaşan su kokuşur, düşünmeyen aklın da akıbeti paslanmak ve kokuşmaktır.”
Lügatte akıl;  “engellemek, alıkoymak, tutmak, bağlamak” gibi anlamlara gelir.[1] Kur’an terminolojisinde akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi”[2] şeklinde tarif edilmiştir. Felsefe ve mantık terimi olarak akıl ise; “varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç”[3] demektir.
Kur’an ayetleri tefekkür edildiğinde insanın vahye muhatap olmasını,  davranışlarının anlam ve değer kazanmasını, ilahi irade karşısında mükellef ve sorumlu kılınmasını sağlayan şeyin akıl olduğu sonucuna ulaşılır. Meseleye buradan bakıldığında aklın, Allah’ın insana vermiş olduğu büyük nimetlerin başında geldiğini söylemek mümkün olur. Bu sebepledir ki akıl nimetinden mahrum bırakılanlar dinen sorumlu değillerdir. Fakat akıl nimetine sahip olduğu halde bu nimeti kullanmayanlar, kendilerini aşağıların aşağısına götürecek olan süreci kendi elleriyle başlatmış olurlar.
Kur’an-ı Kerimde 49 defa geçen akıl kelimesi hep fiil formunda zikredilmiştir. Sadece bir ayette mazi diğer geçtiği bütün ayetlerde müzari kipinde geçer. İsim formuyla hiç geçmez. Bu şekilde ki kullanım aklın sürekli faal-aktif-hareketli olması gerektiğine işaret etmektedir. Aktif bir şekilde aklını kullanmayanların akıbetinin ve konumunun ne olacağını şu ayeti kerime haber vermektedir: “Allah’ın izni (akıl ve irade vermesi) olmasaydı hiç kimse iman edemezdi. Zira O, aklını kullanmayanları pislik içinde bırakır.”[4]
Akıl, genellikle iki uç yaklaşıma mahkûm edilir. Aklı her şeyin ölçütü ve yegâne belirleyicisi olarak gören ifratçı yaklaşım ile akla neredeyse hiç ehemmiyet vermeyip her şeyi kutsala bağlayan tefritçi yaklaşım. Kanaatimize göre her iki yaklaşımda yanlıştır. Her iki yaklaşımın da neden yanlış olduğunu şu şekilde izah etmek mümkündür: Aklı her şeyin ölçüsü olarak görmek yanlıştır çünkü aklı faaliyete geçirecek doğru öncüllere ve doğru rehberliğe ihtiyaç vardır. Vahye bakıldığında doğru bir şekilde düşünüp akıl edebilmek için Allah tarafından birtakım ayetlerin gösterilip[5] açıklandığı[6], kevni ayetlerin akıl etme vesilesi kılındığı[7] bilgisi dikkat çekmektedir. Aynı şekilde Kur’an’ın ilk muhatapların diliyle Arapça olarak gönderilmesinin gerekçesi de doğru bir şekilde anlaşılıp akıl edilmesidir.[8]
Aklı dikkate almayıp sadece kutsal kabul edilen bazılarının peşinden gitmek ve onların sözleriyle hareket etmek de yanlıştır. Çünkü kutsayıp peşlerine takıldıkları atalar ve diğer varlıklar düşünen ve akıl edebilen kimseler olmayabilirler.[9] Aynı zaman da aklı kullanmayanlar, hakikat karşısında sağır ve dilsiz kesildiklerinden dolayı Allah katında yaratıkların en kötüsü-şerlisi[10] olarak nitelenmişlerdir.
 İnsanların genel olarak eşyaya bakışında hiç kullanılmayan veya az kullanılan şey makbuldür. Akıl da ise tam tersidir. Aklın sürekli aktif olanı makbuldür. İnsanı kurtaracak olan da budur. Çünkü aklı kullanmayanlar, tıpkı çobanın çağrısını işittiği hâlde, bu sözleri anlamsız bir ses ve gürültü olarak algılayan sürünün durumuna benzer: Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.[11] Kendilerine rehberlik etsin diye gönderilen ayetlere ve hakikate karşı takındıkları bu tutum onların ateş halkı olmalarına neden olmaktadır. Cehennem halkının şu itirafı bunu açıkça ortaya koymaktadır: “Eğer uyarılara kulak vermiş veya hiç değilse aklımızı kullanarak gözümüzün önündeki gerçekler üzerinde düşünmüş olsaydık, bu korkunç ateşi hak edenler arasında olmayacaktık!”[12]
Bütün bunlardan sonra Hz. Peygamberin “akıllı” manasına “keyyis”  kelimesini kullandığı bir sözünde neden; “Keyyis/akıllı, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonrası için hazırlanan kimsedir.”[13] dediği daha iyi anlaşılacaktır. Zira Aklı kullanmamak, tüm yozlaşmaların ve sapmaların çıkış noktasıdır. Vahiy insana aklını doğru kullanmayı öğretmek amacıyla gönderilmiştir. Vahyi kılavuz edinenler rüşde, doğruluğa ve esenlik yurduna ulaşırlarken, aklını vahyin kılavuzluğunda kullanmayanlar, kendilerini pisliğe mahkûm ederek kalıcı bir azap yurduna yelken açarlar. İç dünyalarını vahye inşâ ettirmeyenler, değdiği her şeyi önüne katıp sürükleyen bir sel gibi gürül gürül akan duyguların ve güdülerin dünyasına teslim olurlar. Akıl, kalbin duygu selini kontrol altına almak için verilmiştir. Bu yüzden akıl kalbin bağı hükmündedir. Kalbine akılla ferman dinletemeyen kimse, bir müddet sonra eline, ayağına, gözüne, kulağına, diline, dudağına da sahip olamamaya başlar. Nihayet kendine sahip olamaz hâle gelir ve kendini kaybeder. Can alıcı soru şudur: Kendini kaybeden neyi kazanabilir?[14]
 
[1] İsfahânî, el-Mufredāt, 342
[2] İsfahânî, el-Mufredāt, 341-342
[3] Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, DİA, (İstanbul: 1998), 2/238
[4] Yûnus 10/100
[5] el-Bakara 2/73
[6] el-Bakara 2/242; Nur 24/61
[7] el-Bakara 2/164
[8] Yusuf 12/2;  ez-Zuhruf 43/3
[9] el-Bakara 2/170
[10] el-Enfal 8/22
[11] el-Bakara 2/171
[12] el-Mülk 67/10
[13] Tirmizî, “Ḳıyâmet”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 31
[14] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 428.