Sevsen Ebtah
Gazeteci ve yazar. Lübnan Üniversitesi'nde Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü Profesörü
TT

Yaklaşan deprem

Biz Lübnan’da, sona gelmişiz gibi hissettiysek acaba deprem bölgesindekiler ne hissetti?
Gece saat 3.15’te ev sallanmaya başladı. Pek çok deprem, savaş, patlama ve bubi tuzaklı arabayla yaşamış bizler, gördüklerimizin dehşeti ve garipliği karşısında şaşkına döndük. Sarsıntılar sıklaşıp daha yüksek ve daha kötü hale geldiğinde ve bir cenaze uğultusu çıkarmaya başladığında bina üzerimize yıkılmadan bu çile bitmeyecek diye düşündük.
Ahşap mobilyaların çıtırtılarını, kapı ve pencerelerden çıkan gıcırtıyı, evdeki her şey hareket ediyor ve yıkılmaya hazırlanıyormuş gibi sarsılan duvarlarla birlikte duyuyorduk. Gerçekliğin en çılgın hayal gücünü bile aştığı bir korku filminden canlı kesitler. Meslektaşım ve hocam Semir Ataullah, sonsuz gibi gelen o kırk saniyeyi, dışarıdaki şiddetli fırtına, yağmur ve donu ve Allah’ın hükmünden yine Allah’ın hükmüne kaçmanın zorluğunu ömrünce görmediğini dile getirdi.
Birkaç dakika sonra başka bir deprem ve yine aynı korku… Büyük felaketin çoktan ama bu sefer bizden başkaları için gerçekleşmiş olduğunu bilelim diye çatlağın merkezinin kendi evimizde değil de Türkiye’de olduğunu bize haber verenlere teşekkürler. Uzun saatlerden sonra Suriye ve Türkiye’de ölümcül çöküş ve yıkımın ilk haberlerini aldık.
Evlerinin enkazları altında diri diri gömülen mağdurlara yönelik hareketteki yavaşlık şok ediciydi. İster uyurken şoka uğrayan sakinler ister uykuya dalmış yetkililer olsun, şafak vaktinin akıllıca tepkiler vermek için uygun saatler olmadığı doğru ama bu olay, herhangi bir aymazlıktan daha fazlası. Her iki ülkede de bir yanda üzerlerine demir ve beton tabakaları yığılmış binlerce kurban, diğer yanda uzuvları beton arasına sıkışmış ve kanlar içinde kalmış başkaları... kimse onları aramıyor.
Ne hâlâ enkaz altında olan çok sayıda ailenin hikâyelerinin korkunç ayrıntılarını tam olarak biliyoruz ne de onları kazmalar, çıplak eller, çığlıklar ve feryatlarla çıkarmaya çalışan sevdikleri tarafından kurtarılmayı beklerken yaşadıkları ürpertici boğulma ve donma hissini. Hareketsiz geçen her an, biz utanç verici bir çaresizlik içindeyken bizi terk eden ruhlarla karşılanıyor.
Tarihî bir deprem bölgesi; otuz yıl geçmiyor ki öfkeli yeryüzü yarılıp da binlercesini yutmasın. Buna rağmen Irak, Suriye, Lübnan, hatta boş kaslarıyla böbürlenen İsrail’den geçerek Türkiye’de, çoğunluğu bir sarsıntıya dayanamayan ve afete direnemeyen binalar görüyoruz. Türkiye’de depreme dayanıklı birçok bina bile çoğunlukla güvenlik şartlarını karşılamıyor maalesef. Herkes kendi ellerinin yaptıklarının bilincinde ve bir sonraki felakete hazırlanıyor. Masumların ölümü ile toplu mezarlardan sorumlu olanın da yolsuzluk, rüşvet ve pervasızlık olduğunun farkında.
İstanbul’daki binaların yüzde 60’ından fazlası çarpık yapılaşmadan muzdarip. Türkiye’nin güneyinde yer alan ve düşen yapraklar gibi çöken yüzlerce ev de bundan iyi durumda değil. Lübnan’da da 70’li ve 80’li yıllarda sahil boyu inşa edilen binaların yüzde 80’inin Richter ölçeğine göre 7 büyüklüğünde bir depreme dayanamayacağı düşünülüyor. Suriye’de ise on iki yıldır süren savaş, evleri bisküvi gibi parçalayarak bakımsız, dayanıksız ve yıkıma hazır hale getirdi.
İdlib, Halep ve ölümcül sarsıntıdan etkilenen bölgelerin halkını ve son felaketin, birçok odağın parmağıyla gerçekleşen bir dizi ölüm, keder, kanama ve baskıyı taçlandırmak üzere nasıl geldiğini düşününce, o zavallılara karşı iş birliği etmeyen kimse kalmamış gibi hissedersiniz ve o anda şu soruyu sorarsınız: Bu zulüm artık bitmesin mi?!
Bu felakete uğramış bölgenin halkı, yıkıcı deprem birliklerine karşı ne yapıyor? Sadece, kara kaderlerini kavga, rekabet ve nefretle daha da karartarak koşullarını iyileştirmekten alıkoyuyor. Suriye ve Türkiye’de yaşananlar aynı yerde ya da Şili’de, Çin’de veya Meksika’da her an tekrarlanabilir. Tabiat bu defa Lübnanlılar veya Filistinliler değil de Suriyeliler ölsün istedi. Peki sonrakilerde ne yapacağız?
Erdoğan ve Esed hükümetleri ya da dünyadaki herhangi bir yönetim tek başına, zamana karşı yarışı kazanmaktan ve yıkılmış onlarca mahallede enkaz altında gömülü olan binlerce kişiyi bir iki gün içerisinde kurtarmaktan aciz. Bir iki gün geçtikten sonra insanları diri bulmak, artık mucize gibi oluyor.
Bu cehennemî korku, sıkı bir koordinasyon gerektiren büyük doğal afetler sınıfındandır. Zira beyaz, sarışın, sarı ve kahverengi ayırmaksızın herkesi hazırlıksız yakalayabilir. Milletler savaş durumlarında ve insan haklarını korumak ve mücadeleyi örgütlemek için bir araya gelen ve müzakere eden örgütleri nasıl kurduysa, gökten ve yerden çıkan felaketler anında uluslararası yardımı vakit kaybetmeden koordine eden bir organizasyonun varlığı ve daha fazlası da öyle gereklidir! İddia ettiğimiz gibi medeni ve zeki isek büyük depremler, korkunç bir yanardağ veya Doğu Asya’da, özellikle de 2004 yılında Hint Okyanusu’nda tanık olunan ve trajedileri zihnimizde yer eden türde öldürücü bir tsunami ile yüzleşmek için önleyici planların olması lazım.   
Mağdurlar hangi millete ve dine mensup olursa olsun, insani felaket anlarında acı çekenlerin acısını dindirmek için seferber edilmediği sürece yapay zekâ, uzayda dolaşan füzeler, kendi kendine giden arabalar ve iletişim harikaları neye yarar? Bugün sıra Suriye ve Türkiye’de, yarın belki Yunanistan ve İtalya’da olacak. Diri olarak gömülenlerin gerçekten ihtiyaç duyduğu şey, çıkarılmaları için vinçler, kamyonlar, kazı ekipmanları ve hayat tarafından alınlarına evsizlik hükmü yazılan on milyonlarcasının ise çadır, gıda ve ilaçtır.
Gördüğümüz yalnızca tabiatın hâkimiyeti, baskınlığı ve geri dönüşü olmayan yasa ve hükümleri karşısında insanın yaşadığı çaresizlik değil; vicdan sahibi hiç kimsenin tahammül edip seyirci kalamayacağı bir insanlık trajedisi karşısında kafa karışıklığı, donukluk, kaotik ve ürkek yardımlar, bir nevi küresel bir boşvermişlik söz konusu.