Vahdettin İnce
Yazar
TT

Dünyada rahat yok

İnsan bütün ömründe zaman zaman sıkıntılar, acılar yaşar. Bir sevdiğini yitirir, ticareti büyük zarar görür, vatanından, sevdiklerinden ayrılır; dertlenir, kederlenir, en hafifinden ağzının tadı kaçar. Dünya hayatının bir özelliğidir bu. “La rahete fi’d dunya” (Dünyada rahat yok) demişler. Hiç dert, hiç sıkıntı, hiç acı yaşamadım diyen birine rastlamak mümkün değil. Varsa eğer ya henüz mümeyyiz olmamış bir çocuktur ya da aklından ciddi bir zaafı vardır. Kaldı ki çocuklar da yetim, öksüz kaldıklarında, başlarına bir kötülük geldiğinde hem acı duyarlar hem de ileride hayatlarının her anında o acıyı hissederler. Bazıları için “hiçbir şeyi dert etmez. Dünya yansa umurunda olmaz” dendiğini biliyorum, ama bu en fazla söz konusu kimsenin acılarını dışarıya yansıtmadığını gösterir, herhangi bir derdinin olmadığını ya da dertlerin onu etkilemediğini değil.
Acı, dert dünya hayatının ayrılmaz bir özelliğidir dedik. Yine de dünya hayatının büyük kısmı acılardan ibaret değil. Hatta genelde güzellikler, iyilikler, sevinçler daha fazladır. Sadece acılar bir şekilde insanı inlettiği için adeta hayatın ufkunu kaplar ve bu yüzden insana “hep kahır!” çektirir. Daha doğrusu, bu birkaç seneye kadar böyleydi.
Elli seneyi buldu, şu yaklaşık yüz bin insanımızın hayatını yitirdiği, binlerce köyün yıkıldığı, milyonlarca insanın bin yıllardır yaşadıkları toprakları terk ettiği, nice ocakların söndüğü, nice çocukların yetim kaldığı, anaların ağladığı uğursuz çatışmanın ülkemizi kasıp kavurması. Zamana yayılmış, “düşük yoğunluklu bir savaş” olduğu için de bize yaşattığı yıkım fazla büyük değilmiş gibi gelirdi bize. Neyse ki sonra bu süreç son yıllarda iyice geriletildi ve zaman zaman kendini hatırlatma amaçlı eylemler dışında gündemden düştü diyebiliriz.
Tama rahat edeceğiz diyecektik ki, Covid denen bir illet girdi hayatımıza. Evlere kapattı hepimizi. Resmen iki sene boyunca hapis hayatı yaşadık. Ağzımızı burnumuzu kapatan maskeler yüzünden iki sene boyunca nefes alamadık. Ellerimize kolonya süre süre bir hal olduk. Bayiden gazete aldık, elimizi yıkadık, fırından ekmek aldık, elimizi dezenfekte ettik. Otobüse bindik, aramıza mesafe koyduk. İki sene kadar el sıkışmadık, kucaklaşmadık, selamlaşmadık. Yumrukları sıkıp birbirine dokundurmak gibi tuhaf bir icat çıkardık. Bu arada yüzlerce, binlerce insan öldü. Sonra hepsi yavaş yavaş geride kaldı. “Yaşasın özgürlük!” diye kapı pencereleri açtık, sokaklara döküldük. Tekrar eski günlere dönmüştük ki bu sefer bu ayın başlarında Maraş merkezli en az on ilimizi ve kuzey Suriye’yi vuran bir depremle sarsıldık. Hem de ne deprem. Bugüne kadar kendi adıma söylüyorum, eşi benzeri görülmemiş bir deprem. Bir koca bölgeyi yerle bir etti ki dünyadaki birçok ülkeden daha geniş bir alan demektir. Erzincan depremi, Varto depremi, Düzce depremi, Gölcük depremi, Van depremi…gibi depremleri adlı adınca yaşamıştık, biliyorduk. Ama şimdikine bir ad bile bulamıyoruz. Marşı mı, Malatya mı, Antakya mı, Adıyaman mı, Urfa mı, Diyarbekir mi?... En fazla Maraş merkezli diye biliyoruz. Depremin kayıpları bile geçmiştekilerle mukayese edilemeyecek kadar fazla. Yüksek yoğunluklu bir savaşın kayıplarına eş. Şu anda açıklanan resmi rakam bile korkunç. Kırk beş bin. Şimdilik…
Bir dostumla sohbet ediyorduk. Depremin insanlarda sebep olduğu ruhsal çöküntüye işaret ediyordu. Ben ölen insanlardan, yıkılan evlerden, yitip giden servetlerden, sahipsiz, kimsesiz kalan çocuklardan söz ettikçe, o ruhsal yıkımı iliklerine kadar hisseden yaşayanlardan söz ediyordu. Gerçekten bir an için etrafımı gözlemleyince tebessüm eden, neşeyle hareket eden tek kişi yok gibiydi. Asıl enkaz biz geride kalanlarız, dedim.
Bütün bunları düşündükçe “bu da geçer yahu!” diyecek oluyorum. Ama bu felaketler zincirinde bir iş var demekten de kendimi alamıyorum.
Allah sonumuzu hayretsin.