Önümüzdeki birkaç hafta içinde bölgemizde birkaç genel seçim olacak ve bunların en tehlikelisi yarın yapılacak Türkiye seçimleri, çünkü sadece Türkiye'nin geleceği için değil, bölge ve dünya için de önemli. Seçimlerin önünde iki yol var: Ya Sayın Recep Erdoğan ile devam etmek ki bu muhtemel, ya da belki Türk elitlerinin bakış açısına daha uygun başka bir süreci başlatmak.
Batı basını Erdoğan'ın yarışı kaybetme ihtimaline işaret ediyor. Güvenilir basın kuruluşlarından biri olan The Economist dergisi son sayısında (6-12 Mayıs) iki ayrı yazıda Erdoğan'ın kaybetmesinin olası nedenlerini detaylı bir şekilde sundu. Bu nedenlerin çoğunu iki kapsamlı başlık altında birleştirdi; ekonomik başarısızlık ve özgürlüklerin yokluğu. The Economist Erdoğan’ın ‘ilk ekonomik başarılarının’ önemini takdir etse de son yılların, Erdoğan'ın ‘totaliter’, ferdi ve belki de maceraperest hale gelen tercihleri nedeniyle ekonomik ve siyasi açıdan en kötüsü olduğunu söylüyor.
Bazıları tabii ki bu analizden hoşlanmayabilir ve özellikle ‘özgürlükleri gömmek’ konusunda rakamlara ve verilere dayansa da Batı basınının önyargılı olduğunu söyleyebilir. Ancak Türklerin büyük bir bölümünü yoksulluk sınırının altında bırakan ekonomi, seçimin en sıcak dosyası.
Güney tarafında ki bununla Arap perspektifini kastediyorum, resim ‘siyasi’ olarak daha bulanık görünüyor. Erdoğan, 2010'dan önce ‘Arap dinamik İslam’ hareketi ile yarı aleni bir ittifaka yöneldi ve bu ittifak ‘Arap Baharı’ döneminde ve belki de onun aracılığıyla güçlendi. Bu dönemde dinamik İslamcı bazı grupları destekledi, onlar için medya kuruluşları kurdu, ancak tüm bunlar ona istediğini vermedi; yeni bir kılıkta ‘Müslümanların halifesi’ olmak! Bunun üzerine bir manevra yaparak yıkılanları yeniden inşa etmek için kısmen bu yoldan geri adım attı. Bu manevralar kapsamında alınan kararların, kendisi ‘Türkiye'nin çıkarları’ dese de öncelikle (Müslümanların lideri olarak) kendi ‘çıkarlarını’ hedeflediği anlaşıldı.
Ocak 2009'da katıldığı Davos Forum’unda dönemin İsrail Başbakanı Şimon Peres'in konuşmasını protesto ederek forumdan çekilmesinden, Mayıs 2010’daki Mavi Marmara gemisi meselesine, bu iki olay arkasında Gazze'de Erdoğan adı verilen pek çok yeni doğan çocuk bıraktı! Bu kahramanlığın, bölgede diğerlerinin yaptığı gibi, yalnızca Filistin davasını kullanmaya dönük bir ‘manevra’ olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Zira çok geçmeden İsrail Cumhurbaşkanı’nı memnuniyetle ülkesinde ağırladı, iki ülkede büyükelçilikler yeniden açıldı ve bilindiği gibi aralarındaki ekonomik ilişkiler gelişiyor.
Erdoğan, 1954 yılında ülkenin ticaret başkenti İstanbul'un fakir bir mahallesinde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Batı'yı taklit etme eğilimli laikçi seçkinlerin hakim olduğu, çalkantılı bir siyasi atmosferde imam hatip okullarında okudu. Erdoğan’ın içinde Mustafa Kemal Atatürk'ün dayattığı laikliğe, yani o zamanlar siyasi olarak yaşlanmış ve kendi içinde birçok askeri darbeye tanık olan Atatürkçülüğe bir alternatif bulmak isteyen, toplumsal ve ‘dini’ temelli bir muhalefet büyüdü. Atatürk (ki bazılarına göre Türk halkının atasıdır), Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinden sonra kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sosyal ve siyasi dönüşüm için katı bir laiklik empoze etti. O zamandan itibaren laiklik karşıtı muhalefet büyüdü ve 1920-1930 yılları arasında patlak veren 18 ayaklanma ile Kürtler/Türkler, Atatürk'ün yönelimlerine karşı çıktılar. Ayaklanmaların hepsi İslami sloganlar altında ve ‘Kürt mollalar’ önderliğinde gerçekleşti!
Adalet ve Kalkınma Partisi, dini bir muhalefet aracı olarak kullandı. Ama bunu partinin kendisi icat etmedi, ondan önceki zamanlarda da farklı isimler altında dini kullanma girişimleri oldu. Bu nedenle Erdoğan'ın kendisi de bir konuşmasında dini bir slogan kullanmış ve bunun sonucunda hapsedilmişti. Söz konusu konuşmasında Erdoğan “Minareler süngü, kubbeler miğfer; camiler kışlamız” sözlerinin geçtiği bir şiir okuduğu için, ‘kin ve nefreti tahrik etmekle’ suçlandı ve kısa bir süreliğine hapsedildi. Ancak kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi Türk toplumu içinde güçlenmişti ve seçimlerde başarılı olmuştu. Hapisten çıkıp başbakan oldu.
Müslüman bir toplumda dini duygu yüzeyde kaybolsa da, toplum bir ‘kriz’ içine girene kadar altta gizli kalır. Kriz döneminde bir siyasi grup bu duyguyu istismar etmeye yönelir. Bu, günümüz Türkiye’sinin ve çevremizde bu doktrini benimseyen diğer toplumların deneyimlerinin bize sunduğu tarihi bir derstir. Bugün Türkler, bir sosyologun deyimiyle, ‘yarısı dini özgürlükten yana, diğer yarısı da dinden özgürleşmekten yana!’
İşin aslı, laiklik ve dindarlık ister ekonomik ihtiyaç, ister bilgisizlik ve daha iyiye doğru değişim yollarının tıkanması olsun, siyasetçilerin uygun bir atmosferde kullandıkları bir araçtan başka bir şey değil. Mesela Türkiye'deki Kürtler önce Atatürk'e karşı dindarlığa sarıldılar, sonra Türk seçkinlerinin kapitalizmine karşı ‘sosyalizmi’ benimsediler!
2003 yılında başlayan AK Parti iktidarının ilk yarısında, parti önemli ekonomik ve sosyal ilerlemeler kaydetti. Serbest ekonomi fikirlerini benimsemek ve Batı pazarına yönelmek, bilhassa yasama alanında çağdaş bir politika benimsemek ile halkın bir bölümünü tatmin eden bir sosyal denge ile ılımlı İslami gelenekleri canlandırmak arasında neredeyse hassas derecede bir denge kurdu.
Zaman geçtikçe Sayın Erdoğan, tek adamlığa, en yakın yardımcılarının dahi gemiden atlamalarına neden olan bir totaliterliğe yöneldi. Totalitarizm sadece kamusal özgürlüklerin kısıtlanmasına, medyanın özgürlüklerinin kısıtlanmasına, siyasi rakiplerin saf dışı bırakılmasına ve yargıya güvenin azalmasına neden olmadı, özellikle yurt dışı kaynaklı yerli sermayeyi de ürküttü. Bu nedenle Türkiye, kontrolden çıkmış bir enflasyona ve TL’de kötü bir düşüşe tanık oldu. Bütün bunlar Türkiye'yi kapsamlı bir ‘otokrasiye’ çevirdi ve Türk demokrasisini ‘yoğun bakıma’ soktu!
Yarın, 14 Mayıs’ta yapılacak seçim ile Erdoğan, 15 yıldır iktidarda olmuş olacak ki Atatürk de tam olarak bu kadar süre iktidarda kalmıştı. Atatürk, Türkiye'nin gelişmesi ve çağı yakalaması için tek yol olarak laikliği dayatmıştı. Peki Türkiye yine 15 yıl süren bir iktidardan sonra ‘otoriter yönetim’ ve dinamik İslamcılık döneminin sonuna tanık olacak mı?!
Birçok gözlemci, Türkiye'nin önemli bir ülke olduğuna, Almanya ile Japonya arasında bir büyüklüğe sahip bir ekonomisi, birçok zenginliği ve potansiyeli olduğuna inanıyor. Bunlara göre bugün Türkiye’nin önünde iki yol uzanıyor; birincisi, Erdoğancılığın ve hatta belki de dış maceralara dalmanın, tek bir kişinin vizyonuna göre donup kalmış iç deneyimlerin devam etmesi. Yahut canlı bir demokrasiye, kurumlardan yararlanmaya, özgürlüklerin genişletilmesine ve dolayısıyla ekonomik bir toparlanmaya dönüş ki muhalefet de bunu vaat ediyor. Dolayısıyla yarınki seçimler sadece Türkiye'nin geleceği için değil yaşadığımız bölge için de çok önemli, o yüzden sonuçlarını bekleyip göreceğiz.
Son söz; genel seçimler kitleseldir ve kitleler sloganların peşinden gider ve ulusal kahramanlıkları yüceltir. Bu nedenle, Türkiye seçimleri Batı basınının keyfine göre sonuçlanmak zorunda değil.