Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Lübnan ve eski alışkanlıklara dönüş tehlikesi

Lübnan'daki siyasi otorite, Hizbullah milisleri ile çekişmeyi genişletmekten kaçınmak için söylemlere başvurdu. Hükümet, Lübnan Ordusu’nun silahın devlet elinde toplanması için hazırladığı planı “memnuniyetle” karşılamakla yetindi ve hükümet içinde kendisini oylamaktan, siyasi bir karar statüsü kazandırmaktan kaçındı. Bu durum, 5 Eylül oturumunda kullanılan dikkatli kelimelerle birleştiğinde, çekişmeden kaçınma kültürüne geri dönüldüğünü ve retorik araçlarla kriz yönetimi sanatının yeniden canlandırıldığını ortaya koyuyor. Oysa Lübnanlılar, cumhurbaşkanlığı yemin töreni konuşması ve Bakanlar Kurulu açıklamasından bu yana bunun geçmişte kaldığını düşünüyordu.

Kendisini bağlayıcı kılacak bir oylama veya net bir takvim olmaksızın Lübnan Ordusu tarafından sunulan gizli bir planı “memnuniyetle karşılamak” uygulanmasını belirsiz kılıyor. Ancak en tehlikelisi, duyurusuna ve pazarlamasına eşlik eden ifadelerde yatıyor.

Oturumun sona ermesinden bu yana gelen karmaşık ve çelişkili açıklamaların ortasında, planın uygulanmasının iki temel koşula belirsiz bir şekilde bağlı olduğu açıkça ortaya çıkıyor; “diğer tarafların, yani İsrail'in taahhüdü” ve Lübnan Ordusu'nun “mevcut kabiliyetleri” dahilinde uygulanması. Tehlike şu ki, bu mantık, hükümetin Hizbullah'ın silahını elinde tutmasının en önemli bahanesini dolaylı olarak onayladığını gösteriyor. Hükümet önce bir İsrail taahhüdü şart koştuğunda, Hizbullah’ın devam eden “işgal” nedeniyle silahının gerekli olduğu söylemini pekiştiriyor. Uygulamayı “mevcut kabiliyetlere” bağladığında ise, ordunun zayıflığını kabul ediyor; Hizbullah bu iddiayı, devletin sağlayamayacağı “gerekli” bir savunma gücü olarak varlığını haklı çıkarmak için her zaman kullanıyor.

Burada gözden kaçan husus, Lübnan örneğinde işgalin silahlı “direnişin” sebebi değil, bir sonucu olduğudur. 1968'den itibaren Yaser Arafat ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Lübnan'ı bir silahlı mücadele platformuna dönüştürmüştü ve bu da İsrail işgalini zorunlu kılmıştı. Lübnan, 1967'de savaştan çekilince işgalden kurtuldu. Daha sonra, İran sınırda bir ordu olarak Hizbullah'ı kurmasaydı, İsrail 2000 yılına kadar sürdürdüğü şekilde varlığını pekiştiremezdi. Hizbullah'ın, güçlendirilmesi gereken ulusal bir kurumdan ziyade, gücü zayıflatılması gereken bir rakip olarak gördüğü Lübnan Ordusunu zayıflatmak için sistematik olarak her türlü çabayı gösterdiği bir sır değil. İşin aslı, İsrail'in Lübnan'dan daha önce çekilmesi, Hizbullah'ın silaha sarılma argümanını zayıflatmadı; aksine, silahının koruduğu ve özgürleştirdiği fikrinin kesin kanıtı olarak kullanıldığından, onu güçlendirdi.

Bu mantığa (derin ideolojik mantığa), Hizbullah'ın zayıf devlet ve silahlı kuvvetlerinin “kabiliyetlerinin” sınırlılığı anlatısını pekiştirmesi eşlik ederken, bu ideolojiyi görmezden gelmek, son otuz yılın en önemli ve en basit dersini görmezden gelmektir. O da işgalin sebebi Hizbullah'tır, tam tersi değil. Devletin zayıflığının sebebi Hizbullah'tır, tam tersi değil.

Kanıt isteyenler, beş Şii bakanın oturumdan çekilmesinde, silahın işlevinin “direniş” olmadığını ve işgal veya savunma stratejileriyle hiçbir bağlantısı bulunmadığını; aksine, içeride mezhepsel hegemonya kurmak ve bölgesel nüfuzu korumak olduğunu gösteren kesin bir kanıt bulacaklardır.

Başbakan Nevaf Selam hükümeti, kendisine verilen görevin büyüklüğü nedeniyle çok zor bir durumda. Hizbullah'ın silahı meselesinin, herhangi bir yürütme organının sihirli bir değnekle çözemeyeceği bir mesele olduğu tartışmasız. Ancak akla gelen soru şu: Bir bütün olarak siyasi otoritenin bu performansla sınırlı kalması gerekli miydi? Lübnanlılar, yemin töreni konuşması atmosferinin hızla dağılmasını ve bakanlık açıklamasının parlaklığının hemen sönmesini hak ediyor mu? Devletin, uygulama şansı ne olursa olsun, egemenliğini yeniden tesis etme yolunda bir yol haritası geliştirme kapasitesine sahip olduğunu, (asgari düzeyde bile olsa) kanıtlayan siyasi bir karardan başka bir şeye ihtiyaç yoktu. Alternatif ise milislerin nüfuzunun açığa çıkmasıydı.

Kabinenin son hamlesinin, vatandaşların ve uluslararası toplumun Lübnan devletine olan güvenini daha da aşındıran, kaçırılan fırsatlar listesine eklenmesi talihsizliktir ve hayal kırıklığıdır. Ülkenin tarihi, sonuçsuz kalan ulusal diyalog masaları, belirsiz terimler içeren mutabakatlı Bakanlar Kurulu açıklamaları ve sessizce ölmek üzere kurulan komitelerle doludur. Tüm bu girişimler, silaha ve Lübnanlılar üzerindeki hakimiyetine siyasi zaman kazandırdı.

Lübnan'ın yalnızca Hizbullah milislerinin silahına esir olmadığı, aynı zamanda dilsel kaçamaklığı bir çıkış yolu, gerçekleri çarpıtmayı ise onlarla yüzleşmenin alternatifi olarak gören bir siyasi kültürün de esiri olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Reformları engelleyen, ekonomik çöküşün kapısını açan ve uluslararası toplumu devlete çaresiz ve güvenilmez bir taraf olarak yaklaşmaya iten de aynı kültürdür.

Gelecek, bir mucizeye veya dış arabuluculuğa güvenerek inşa edilmez; aksine, Lübnanlıların ve devletlerinin gerçeğe doğru küçük de olsa bir adım atabilme gücüne bağlıdır; o gerçek de egemenlik bölünemezdir ve devlet ya tek otoritedir ya da değildir.