İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İki devletli çözüm, gerçekleşmesi imkansız hale gelen naif bir temennidir

İsrail kuvvetleri ile İslami Cihat Hareketi savaşçıları arasındaki karşılıklı bombardımanı mesaj gönderme ve çıtaları belirleme fikriyle sınırlamak hâlâ mümkün mü?

Haberlere göre iki taraf da "gerginliğin tırmandırılmasında payı olmadığını" söylüyor. Bu ifade esnek ve biraz garip, zira düşmanca "sözlü" açıklamalara ve karşılıklı "sembolik" bombardımanlara rağmen, İran ve İsrail'deki “iki derin devlet” arasındaki “bir arada yaşama” meselesi neredeyse kesinleşmiş ve yakın zamanda çözümlenmiş bir husustur.

Binyamin Netanyahu'nun yeni hükümetinin kuruluşu,  "Likud"u Tahran ile oyunun kurallarını tamamen değiştirmeye karar vermiş gibi gösteriyor. Ama gözlemciler şuna inanıyor; yerleşimci aşırı sağın aşırılığını istismar etme konusunda deneyimli bir uzman olan Netanyahu'nun asıl amacının, bu aşırılık yanlılarının tüm aşırılıklarını desteklemeden, kişisel çıkarlarına hizmet etmeye devam etmek olduğuna dair bir tür örtülü kavrayış var.

Öte yandan İran rahatsız edici ekonomik koşullarına rağmen, şu anda koşulların karıştığı bir özgüvenle Ortadoğu’nun geneline oynuyor. Tahran -aksi şekilde davransa bile- aslında bu aşamada çıkarlarının Ortadoğu bölgesinde aktif bir oyuncu olarak nüfuzu “paylaşmaya” dayandığını tam anlamıyla biliyor. Çünkü mutlak hakimiyet elde etme, ortaklığını memnuniyetle kabul edecek ama tekelini reddedecek büyük iradelere meydan okuma konusundaki yetersizliğinin gölgesinde çıkarlarının bunu gerektirdiğini anlıyor. Şu anda bölgesel ve uluslararası düzeylerde başarılmış gibi görünen de budur.

Bölgesel olarak Tahran, kısa olmayan bir süre önce, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Rusya ile ilk çatışmasının ardından, özellikle Suriye'de Türk politikasının yaşadığı "kafa karışıklığından" ve yaptığı hatalardan yararlandı. Hatırlayacağımız üzere bunun sonucunda, Ankara Suriye devrimini “destekleyici bir derinlik” ve “manivela” konumundan Astana ve dışındaki süreçlerde Moskova'nın bir ortağına dönüştü.

Aynı şekilde Tahran, Likud ve İsrail içindeki ve dışındaki müttefiklerinin aşırılıklarından büyük ölçüde yararlandı. Arap dünyasındaki takipçileri ve destekçileri nezdinde varlığını sağlamlaştırdı ve itibar kazandı.

Uluslararası düzeyde İran liderliği, ABD'nin Demokrat ve Cumhuriyetçi yönetimlerinin Ortadoğu'ya yönelik "görünürde zıt" politikalarından büyük ölçüde yararlandı. Bilindiği gibi, Barack Obama yönetimi, Amerikan çıkarlarını tehdit eden intihar bombacısı Sünni DEAŞ’çılık olarak adlandırdığı olguya karşı Tahran ile -bir ittifak değilse bile- yakınlaşma ve iş birliği seçeneğini destekledi. Bu bağlamda, bir röportajında ​​İran'ın politikalarına değinen Obama'nın sözleri hala akıllardadır. Röportajında açıkça “İranlılar intihar bombacısı değil!” demişti. Dolayısıyla Demokratların Tahran'a yönelik olumlu tutumu, Obama döneminin devamı niteliğinde olduğunu şu ana kadar kanıtlamış olan Joe Biden yönetimi döneminde de devam etti. Biden bu dönemin başkan yardımcısıydı, algılarında ve önceliklerinde ortaktı.

Dahası sağcı bir Cumhuriyetçi olan Donald Trump'ın 4 yıllık başkanlığı Washington ile Tahran arasındaki olumlu bağları bozsa bile, İran liderliği hiçbir şey kaybetmedi. Hatta belki de bunun tam aksi oldu, çünkü (merkezindeki Devrim Muhafızları ile birlikte) İran liderliği, Arap ve Filistin düzeyinde, aşırı İsrail Likud sağının tüm planlarına hizmet etmek ve onun tüm taleplerini gerçekleştirmek konusunda Trump'ın gösterdiği aşırı "coşku"dan istifade etti.

Burada dikkat çekici olan, Trump yönetimi, başta “iki devletli çözüm” olmak üzere “Oslo ilkeleri”ne dayalı bir Filistin-İsrail çözümü için her türlü fırsatı etkin bir şekilde yok ederken, Suriye ve Lübnan'da -ve hatta Yemen'de- İran'ın stratejik çıkarlarına zarar verecek hiçbir şey yapmadı.

Dört yıl boyunca, Trump ve Cumhuriyetçilerin politikası şunlara odaklandı:

- İsrail aşırı sağıyla ilişkilerin güçlendirilmesi ve tüm arzularının yerine getirilmesi ki bu da İran’ın komutasında olan, onun tarafından finanse edilen ve silahlandırılan örgütlere hizmet etti.

- Filistin tarafı ile herhangi bir uzlaşıdan izole bir şekilde Arap-İsrail normalleşmesinin kapsamını genişletmek için baskı yapmak.

- Suriye meselesinde BM kararlarını uygulama istekliliği göstermeden, kuzeydoğu Suriye'de Kürtlerin yarı ayrılıkçı emellerini desteklemek.

- Bölge geneline sağlamca yerleşen İran'ın müttefiklerine karşı fiilen sessiz kalmak.

Bu “miras”, Ortadoğu’da Biden yönetiminin (veya birçoklarına göre ikinci Obama yönetiminin) devraldığı önemli etkiler bıraktı. Bunun yanı sıra Biden yönetimi, Rusya-Ukrayna savaşından sonra Doğu Avrupa’da, Uzak Doğu'da, Çin anakarasının dışında, Tayvan çevresinde başka tehlike odakları da miras aldı.

Binaenaleyh, Washington'un hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi yönetimler dönemindeki politikaları, tüm çelişkileri ve garip hesaplarıyla, yalnızca Ortadoğu'daki bölgesel oyunculara değil, Ukrayna ve Tayvan'ın komşularına da tehlikeli ve maliyetli "sinyaller" gönderdi.

Dahası Gazze Şeridi'nde yaşananlar, isteklerin çıtalarını ve sınırlarını belirlemeye yönelik kanlı “mesajlardan” ibaret olabilir. Ancak kesin olan şu ki, İran'ın aşırılık yanlıları ile İsrail'in aşırılık yanlıları arasında kalan bölgede gerçekçi ve adil bir barış şansı ortadan kalkacak.

Evet, Filistin meselesi Arap meselelerinin özeti olmayabilir ki böyle olması da doğru değil. Bununla birlikte, onu tamamen görmezden gelmek, baypas etmek ve ardından onu Arap olmayan bir "nüfuz paylaşımı" anlaşması ile canlı canlı gömmek, çeşitli düzeylerde çok kötü bir "senaryo"dur.

Birincisi, “Filistin kimliğinin” tasfiyesi, kimliklerin yeniden tanımlanması, alternatif sınırlar çizilmesi ve birçoğu zaten kırılgan olan oluşumların yıkılmasıyla sonuçlanacak bir kaosa kapı aralayabilir. Bu endişe verici "senaryo" bölge halklarının çıkarına değil.

İkincisi, İsrail aşırılığını desteklemek, bölge genelinde çeşitli ırkçı radikalizm, dinsel ve mezhepsel fanatizm biçimlerini körüklemenin sihirli formülüdür. Şu anda, Batı demokrasilerinin İsrail'e normal bir "demokratik ülke" muamelesinde bulunmasının büyük bir illüzyondan başka bir şey olmadığına dair endişelerini açıkça dile getiren aklı başında Batılı sesler var. Bu sesler, “Kimlik/ Yahudi İsrail Devleti Yasası” ve mevcut Netanyahu hükümetindeki bakanların Filistin halkının ve hatta Filistin adının tarihsel varlığını inkar eden peşpeşe açıklamaları dahil olmak üzere önemli kanıtlara atıfta bulunuyorlar.

Üçüncüsü, Oslo'da "iki devletli çözüm" önerildiğinde, ilgili tüm taraflar bunun ideal bir çözüm olmadığının ve uygulanmasının zor olabileceğinin farkındaydı, ancak sonuçta en az kötü seçenek olmaya devam ediyordu. Şimdiyse, Filistin'de veya tüm bölge düzeyinde kötü seçeneklerin sınırı yok gibi görünüyor.

Dördüncüsü, İran kontrolündeki birçok Arap ülkesinde “devlet” kavramının çökmesi, hem İsrail hem de İran'da ötekinin kabulüne dayalı "demokrasi" fikrinin çökmesi, gelecekteki herhangi bir patlamanın kontrol altına alınmasını engelliyor. Bu patlama mutlaka kasıtlı olarak meydana gelmeyebilir.

Beşincisi, güvenin azaldığı, neredeyse hiçbir aklı başında yaklaşım ve iyi niyetin olmadığı uluslararası bir ortamda, Ortadoğu'da gelecekte yaşanacak herhangi bir patlamayı, kontrol altına almak zor olabilir.