Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Hakikat tek boyutlu değildir

Bu hafta sosyal medyada dini hoşgörü hakkında eski bir gönderi yayınladım. Beklemediğim bir tartışmayla karşılaştım. Ana soruların şimdi daha yumuşak bir dille sorulsa da 10 yıl önce bildiklerimizin bir tekrarı olduğunu gördüm.

Bu, biraz birbiriyle çelişen iki gerçeği ortaya koyuyor: Bir yandan, toplumlarımızın farklılığı ve etkilerini kabul etmeye doğru somut bir şekilde ilerlediğini söyleyebiliriz. Ancak- öte yandan- aynı konudaki bazı temel sorunları çözemiyor, bu da daha çok durma noktalarına odaklanan bir tartışmayı gerektiriyor.

Bence tartışmanın temel nedeni, hakikatin çoğulluğu ilkesidir. Yani hepimizin mezhebi, dini farklı olsa hatta inançsız bile olsa da uyum ve barış içinde yaşaması. Bu nedenle, bugünkü makalemi fikri açıklamaya ve daha fazla tartışma isteyenler için zemin hazırlamaya ayıracağım.

Hakikatin çokluğunu iki yönden anlıyoruz:

Birincisi, hakikat, tabiatı gereği, tek bir uygulamayla sınırlı olmayıp, her biri Allah'a giden bir yol olabilecek birçok biçimde tecelli eder.

İnandığınız şey, hakikatin ihtimallerinden veya tecellilerinden biridir.

Başkalarının inandığı şey de hakikatin başka bir olasılığı veya ikinci bir tecellidir. Üçüncü, dördüncü, beşinci vb… bir sureti var. Demek ki bütün insanlar, kendilerine en yakın ve en açık gördükleri yoldan, mutlak hakikate, yani Yaratıcı'ya yönelmektedirler.

Her insan seçimlerinden sorumludur. Kıyamet gününde hiçbirimiz bir başkasının yerine hesap veremez ve kimseye başkasının yükü yüklenmez.

İşte özetlediğim bu yaklaşım, ünlü filozof ve mutasavvıf İbn Arabi'nin öğretisidir.

İkincisi ise hakikat, erdemli hayatın mükemmel suretidir. Hayattan ayrı veya ondan farklı bir şey değildir.

Her iyi insan eyleminde kendini gösterir.

İş, alışkanlık, yaşam tarzı, güç ve bilgi kaynaklarının farklılığı, her alanda en yüksek, nesnel ve ahlaki olarak en yüksek seviye olduğu için hakikat değerinin tezahürü için hayati bir alandır.

Yaşam tarzları arasındaki doğal farklılık- ve dolayısıyla her birindeki hakikatin tecellileri- insanın ilerlemesinde ve şehirleşmede etkili bir faktördür.

Bu anlamda hakikat kavramı, insanın işini mükemmelleştirme arayışıyla örtüşmektedir. Bu çabayı, yeryüzünü inşa etme dediğimiz daha geniş dini deneyimin bir parçası olarak görüyoruz. Çiftçi mükemmelliği insanlara yiyecek sağlamakta, doktor mükemmelliği insanları hastalıklardan koruyarak arar. Aynı şekilde evi yapan müteahhit, araba ve iletişim araçlarını temin eden usta, insanlara ritüelleri öğreten hukukçu, bir fikri bir resim veya bir müzik eseriyle tefekkür sahnesine dönüştüren sanatçı vb.

İlk veçhede hakikatin özü, yaratılış ile Yaradan arasındaki şuurlu bir ilişkidir. Merkezi Yaradan'dır ve ona giden yol yakınlaşma niyetidir.

İkinci yönüyle hakikat, insanların birbirleriyle yapıcı ve etik bir şekilde etkileşiminde tezahür eder. - Nesnel olarak - insan yaşamının gelişmesine ve insan özünün, yani aklın - bilim ve ahlakın - yükselmesine yol açar. Bu - bence - ilahi mesajların temel amacı ve her mezhep ve çizgiden reformcuların çabalarıdır.

Her iki kavram da biraz tuhaf görünüyor, çünkü erken yaşlardan itibaren dinin fıkıh tanımına uygun olduğunu öğrendik. Bu, zorunlu olarak ihlal etmediği özel bir sosyal ve örfî çerçevenin zorunluluğundan kaynaklanan bir tanımdır.  Ancak tuhaflığına rağmen yeni değil.

Müfessirlerin çoğu ise şu ayet-i kerimeye geldiklerinde onun bir yönüne dikkat çektiler: “Rabbin dileseydi insanları elbette tek bir ümmet yapardı. Fakat onlar hep ihtilâf içinde olacaklardır, rabbinin esirgedikleri müstesna” (Hud 11/118) Farklılığın yaradılışın aslı ve hayatın gereği olduğuna ve Allahu Teala’nın böyle murat ettiğine işaret ettiler. Peki orman hayvanları gibi dövüşmemizi mi, yoksa -farklılıklarımıza rağmen- akl-ı selim gereği barışmamızı mı istedi?