Türkiye seçimleri konusunda en çok varlık gösteren ama en az dillendirilen soru şu: Erdoğan’ı iktidardan düşürmek mümkün mü? Türkiye içinde ve dışında birçok kişinin temennisi buydu. Ancak bu temenniyi gizli tutup Erdoğan’ın seçim sonuçlarıyla oynamaması için Allah’a yakarmayı uygun gördüler. Sonuçlarla oynanmaması için dua ediyorlardı. Çünkü onun, Stalin’in şu sözünü gerçekliğe dönüştüreceğini düşünüyorlardı:
“Seçimlerin sonucunu oy kullananlar değil; oyları sayanlar belirler.”
Seçimler, cumhurbaşkanlığı için nihai bir sonuç ortaya koymadan sona erdi. Ancak zaten var olmakla birlikte daha da belirginleşen bir gerçekliğin altını çizdi: Derin bir kimlik çatlağının bulunması, büyük uluslararası ve bölgesel oyuncuların Türk varlığı için pusuya yatması ve en tehlikelisi de geleceğin sisli olması.
Öncelikle kimlik. Atatürk, hayatını katı bir laikliği yerleştirmeye adadı. Sonra Erdoğan geldi ve 22 yıl boyunca laikliğin yanına İslamcı bir kimlik yerleştirdi. Bu kimlik öyle büyüyüp serpildi ki, şu an laik Türk varlığını tümüyle tehdit ediyor. Laik Türkler, şimdi tek şanslarının Erdoğan’ı iktidardan düşürmek olduğunun, yoksa sonlarının acılı olacağının farkındalar. Bunun için bir araya gelmeyecek taraflar, Altılı Masa etrafında birleşti. Çünkü Erdoğan’ın en zayıf durumunda olduğuna inanıyorlardı. Öyle ya mevcut sahnede çökmüş bir ekonomi, Batı ile kötü ilişkiler, doğal depremler, sınırlar için duyulan ciddi endişeler, yolsuzluk ithamları ve başka şeyler vardı. Buna rağmen Erdoğan, seçimlerden Cumhuriyetçi rakibinden daha büyük bir oy oranıyla çıkmayı başardı. Bu da tüm beklentilerin aksine meclis seçimlerini kazandıktan sonra ikinci turdaki zaferini büyük oranda garantiliyor. Bu zafer öncelikle iktidarı boyunca Osmanlı (İslam) tarihini dirilterek, diplomasisinde bunu kutsayarak, sanatı bu kimliğe hizmet etmeye boyun eğdirerek, kültürü İslami karakterine döndürerek, kurumları dönüştürerek ve İslami kimliğe karşı bir ateş kemeriyle kutsanmış ordudan başlayıp yargıya kadar her şeyi yeniden şekillendirerek Türkler için yeni bir kimlik var etmesinden kaynaklanıyor. Çatışma, ne zaman kimlik üzerine olursa sonuç önceden bellidir: Ne ekonomi ne gıda fiyatlarındaki artış ne de başka şey kimliğin önüne geçebilir. Türkiye vatandaşı her gün televizyonlarda ve medya organlarında Erdoğan’ın gelişmiş savaş silahları, köprüler, istasyonlar, hastaneler ve üniversiteler inşa etme konusundaki başarılarını izliyor ve liderinin, ‘Türkiye yüzyılının başlangıcını’ müjdelediğini duyuyor. Hal böyle olunca ‘baş üstüne’ diye bağırmaktan kendini alamıyor.
İkinci olarak Türkiye seçmeni, özellikle kimliğe inanan kesim, Türkiye’nin yükselişini durdurmak isteyen büyük ve bölgesel oyuncuların varlığının bilincinde. Bundan dolayı Erdoğan’ın, Türkiye’nin bir komploya maruz kaldığına dair sözlerini can kulağıyla dinliyor ve muhaliflerinin farklı ölçülerde bu güçlerin araçları olduğunu düşünüyorlar. Kimlik mantığıyla hareket ederek de ülkelerini bu komplolara karşı savunmayı bir vazife biliyorlar. Cumhuriyetçi rakip Kılıçdaroğlu’nun, Avrupa ve ABD ile yeniden bağ kuracağına dair açıklamaları ve Rusya’ya yönelik eleştirileri, Erdoğan’ın bir komplonun varlığına dair söylemini desteklemiş olabilir. (Ayrılık yanlısı olan) Kürtlerin destek için Kılıçdaroğlu’nun safına katılması da Erdoğan’ın destekçilerini ve diğer seçmenleri ülkelerinin tehlikede olduğuna ikna etti. Oyların yüzde 5’ini alan aşırı milliyetçi sağcı aday Sinan Oğan da destekçilerinin oylarını Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile iş birliği yapmamayı taahhüt etmedikçe Kılıçdaroğlu’na vermeyeceğini söyleyerek bu duruma dikkat çekti. Bu, karşılanması imkânsız bir talep olduğu için Erdoğan’ın o oyları kazanacağı anlamına geliyor.
Batı medyası da Erdoğan’ın söylemlerinin güçlendirilmesinde rol oynadı. Nitekim onu, diktatör olarak nitelendirdi. Halbuki o, bu tanımlamadan uzak ve daha ziyade değişmeyen sabit bir kesimi kazanma, kararsız olanları da ikna etme konusunda başarılı bir halkçı olmaya yakın. Böylece Batı, Erdoğan’ın düşmesini istedi ve akılsızlık ederek onun söylemini güçlendirmesine ve hayatını adadığı kimlik projesini canlandırmasına katkı sağladı.
Üçüncüsü de gelecek sisli görünüyor. Erdoğan, demokrasinin, kendisini hedeflenen durağa taşıyıp sonra giden bir tren olduğunu söyledi. Bu demek oluyor ki onun cumhurbaşkanlığını kazanması, son durağa varışı temsil ediyor: Laik bir kimliğin yeni bir İslami kimlikle değişimi. Bu yeni kimlik sadece Osmanlı karaktere sahip olmayıp mevcut ve belki de bir sonraki aşamaya uygun bir karışımdır. Bu kimlik, ne yeni kimliğe karşıt olan Batı ile çatışmak ne de ekonomik dev Çin’le dostluk peşinde koşan ve tarihsel olarak hırslı olan rekabetçi Rusya ile karşı karşıya gelmek istiyor. Erdoğan, uluslararası ve bölgesel sahnenin karmaşık olduğu bir durumda kesişme noktalarından yararlanma ve doğrudan çatışmalardan kaçınma anlamına gelen pozitif tarafsızlık yaklaşımını izliyor. Bununla birlikte bu tarafsızlık ona Batı’nın güvenini kaybettirdi, Doğu’nun çekincelerini güçlendirdi ve bölge ülkelerinin endişesini artırdı. Batı artık Erdoğan’ın güvenilir bir müttefik olmadığını düşünüyor ve açıkça onun düşmesini temenni ediyor. Buna karşılık Putin, Türkiye ile çıkar çatışması olduğunu kabul etmekle birlikte Erdoğan’a güveniyor ve onunla ilişkisini aşamalı olarak güçlendirmeyi faydalı görüyor. Çin de kendi ‘çok kutupluluk’ projesi kapsamında Türkiye’nin NATO ile ilişkisinin gergin olmasını umursuyor. Bu minvalde İran’a göre ise Batı eğilimli Türkiye muhalefetiyle iletişim kurmaktansa Erdoğan ile anlaşmak daha olumlu; bu yüzden taktiksel olarak, stratejik çıkarlarına ters düşmeyen (Suriye’deki) bölgesel kazanımlarını vermeye hazır olduğunu gösteriyor. Arap ülkeleri bile Erdoğan’ı kendine çekmekte bir fayda görmüş ve gerçekçilik gereği ona karşı değil, onun safında olmayı umarak kendisiyle ilişkileri yeniden tesis etmiştir. Tüm bunlar, Erdoğan’ın katı laik kimliği ortadan kaldırma yaklaşımını sürdürmesine imkân sağladı. Ancak aynı zamanda Türkiye’yi değişken ve tehlikeli uluslararası ve bölgesel siyaset fırtınalarının ortasına yerleştirdi.
Batı, jeopolitik haritasında Türkiye’nin önemli olduğunu biliyor ve onun mevcut yaklaşımını kabul etmeyecek. Erdoğan’ın bir müttefik olmadığının da tamamen farkında. Bu sebeple Batı ile Türkiye arasındaki mücadele, bir kimlik mücadelesidir. Türkiye’de askerî, adli ve sivil kurumların İslami bir kimliğe büründürülmesine izin verilmeyecektir. Batı, bu kader savaşında şu an uluslararası veya bölgesel bir ortak bulamıyor. Bununla birlikte Ukrayna’daki zaferinin, ki bu çok mümkün, Erdoğan’ın siyasetini alt üst edeceğini ve çelişkiler ipindeki oyununu bozacağını biliyor. Böyle bir şey olursa Erdoğan, güçlü bir Batı ittifakı ve Türkiye içinde kendisine kin besleyen yaralı bir laiklik ile yüzleşecek. Bu da demek oluyor ki gelecekteki Türkiye, güvenli bir birlik içinde olmayacak ve ne Rusya’yı aslında himaye etmeyen Çin’e ne de durumu daha da ağırlaşacak olan İran’a güvenebilecek.