Fransa şehirlerinde Müslüman gençlerin yaklaşık bir haftadır gerçekleştirdiği şiddet olayları en kötü anılarımı uyandırdı.
Yaklaşık 40 yıldır ülkelerimizde “Cihatçılar” eliyle çıkarılan şiddet ve terör suçlarını ve Arap-İslam toplumlarının mensupları arasındaki aynı veya benzer grupların eliyle dünya geneline yayılan diğer şiddet olaylarını pek çok Arap yazar gibi ben de takip ediyorum.
Bu şiddet ateşi son yıllarda sönmese de azaldı ama Filistin’deki çatışma dinmedi ve tüm umutları boşa çıkarıyor.
Şiddet Sudan’da ise alevlendi. Her zaman olduğu gibi hepimiz, içimizi rahatlatmak için, tatmin etmese de en azından makul görünen birtakım açıklamalara başvurduk. Ama itiraf edeyim ki El-Kaide ve DEAŞ olguları söz konusu olduğunda ne ben ne de bir başkası (en azından bence!) uydu kanallarında ve çirkin gerçeklikte tanık olup izlesek de bu akıl almaz şiddete kendimizi ikna edecek bir açıklama bulabildik…
Lübnan’da iki iç savaşa ve birkaç İsrail savaşına tanık olmuş ve burada devlet şiddetinden değil de kitlesel şiddetten bahseden biri olarak ben, alev aldıktan sonra körleşen şiddete iten şeyin zayıfların korkuları olduğunu söylemek istiyorum.
Lübnan’da olup bitenlere dair bir vizyon geliştirdim. Yaklaşık 50 yıl önce Hristiyanlar arasında öldürücü bir radikalizm peyda oldu ve halk nezdinde popülerlik kazandı.
Ardından Şiiler arasında öldürücü bir radikalizm belirdi.
Bu iki radikalizm iç ve dış gerilim dönemlerinde çeşitli biçimlerde çatışıyorlar ve “ortak ulusal hayat” darmadağın oluyor. Paylaşma konusunda anlaşmaya vardıklarında da durum bunun tersi olmuyor. Zira yaklaşık dört yıldır olduğu gibi süreç, yolsuzluğun ağırlığı altında sistemin de çökmesiyle sonuçlanıyor.
Bugün bu iki radikalizm, yeniden çatışmaya başladı.
Bu yüzden de aylardır yeni cumhurbaşkanını seçmek mümkün olmadı!
Bununla beraber, ‘Balkanlaşma’ teriminden sonra ‘Lübnanlaşma’ terimi yaygınlaşsa da Lübnan, somut bir modeldir. Bu modelin koşulları, üstün gelemeyen ama boyun eğmeyi de kabul etmeyen küçük kimliklerin koşullarıdır; bunlar ya içe çekilirler ya da çatışmaya girerler.
Samuel Huntington’ın ‘İslami şiddeti’ anlama yaklaşımından (1993) hiçbirimiz memnun kalmadık ve bunu kabullenmedik. Ama 2006 yılında Riyad’daki Cenadriye’de onunla karşılaştığımda İslam’ın kanlı tohumlara sahip olduğu yönündeki sözünü geri almış gözükse de baş başa iken bana -ki ben onu önceden tanıyordum- şöyle dedi: Sözümü 2001 ve 2005 olaylarından önce söylediğimi unutma. Kehanetlerimin gerçekleşmesinden hoşlanmıyorum ama olan bu!
Huntington’ın sözleri karşısında İslamcı ve milliyetçi Arap yazarlar iki kısma ayrıldı.
İlk kısım, kalabalığa ayak uydurup tarihe ve mukayeseye başvuruyor ve yolun sonunda İslam’ın barışı ve Müslümanların güvenliği ile Haçlı Seferleri’nden sömürgecilik şiddetine kadar Batı’nın zulmü ve komplosu noktasına varıyor.
Diğer kısmın özrü ise Arap-Müslüman entelektüellerle sınırlı kalan, ancak ABD ile Güney Amerika, Hindistan ve Afrika’dan araştırmacılar tarafından benimsenen radikal ideolojik bir karakter kazandı.
Bunun ilk işaretleri, Talal Asad (Esed) tarafından yayınlanan bir dizi araştırmada (1973) görüldü. Bu araştırmanın adı Anthropology & the Colonial Encounter (Antropoloji ve Sömürge Karşılaşması) idi; yani sömürgeci ‘söyleme’ karşılık vermek ya da karşı koymak. Genel olan, Edward Said’in Şarkiyatçılık (Oryantalizm) adlı kitabında (1977) özel hale geldi ve sonra yüz elli yıllık bir süre boyunca Doğu ve İslam tarihi ile kültürleri konusunda uzmanlaşmış kişiler, bu söylemin taşıyıcısı ve savunucusu oldular. Arkalarında Aydınlanma değerlerinden vazgeçen Batı vardı. Bilindiği üzere bu, yaygın bir akım haline gelen ‘alt (subaltern)’ araştırmalara yol açtı. Batı ülkeleri ile kültürleri ve hatta liberalizm (!), dünyanın hak ettiği ve yaklaşan yıkımının en büyük sebebi olarak kabul ediliyor. Wael B. Hallaq’ın The Impossible State: Islam, Politics and Modernity’s Moral Predicament (2013) (İmkânsız Devlet) ve Restating Orientalism: A Critique of Modern Knowledge (2018) (Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek Modern Bilginin Eleştirisi) adlı kitaplarını hatırlayalım.
Öte yandan yüksek akademik kabiliyeti ve dinin ruhuna ilişkin daha geniş anlayışıyla Talal Asad, (kendisi gibi iki büyük antropolog olan) Gellner ve Geertz’in ‘İslam antropolojisi’ konusundaki tezlerine ırkçı sömürgeci özelliğe ait bir söz olarak saldırmaya devam etti ve 1990’larda ve sonrasında kadın intihar bombacılarına ilişkin bir başka anlayışa ulaştı: On Suicide Bombing (2007) (İntihar Eylemleri)
Bu büyük entelektüellerden hiçbiri, şiddeti meşrulaştırmaya çalışmadı; daha ziyade onu anlamaya ve açıklamaya çalıştılar. Hatta bazıları onu anlayışla karşılamaya dahi yaklaştı. Bu radikallerin hepsinin solcu veya Marksist olduğu söylenemez; ancak Batı tarihi ile kapitalizm ve emperyalizm medeniyeti ve sistemleri hakkında neredeyse mutlak olumsuz görüşlere sahipler. Bu yüzden ona karşı uygulanan şiddeti, sadece olguları değil, doğası yüzünden de kaçınılmaz bir sonuç olarak kabul ediyorlar. Düşüncede, antropolojide, ekonomide ve İslam araştırmalarında bu akımdan bahsederken ben ve diğerleri, onlara özellikle 11 Eylül 2001 olayından sonra bir itiraz ve eleştiri seli yöneltildiğinin farkındayız. Bugün ABD üniversitelerindeki İslam araştırmaları alanında, Bernard Lewis ve Huntington’dan daha şiddetli olan ‘yeni revizyonistler’ ile bir dereceye kadar Edward Said, Talal Asad, Wael B. Hallaq, Zachary Lockman ve Juan Cole’e yakın Arap-Müslüman kökenli ve başka yeni hocalar arasında derin bir ayrışma var!
ABD üniversitelerinde birkaç defa misafir öğretim üyesi olarak dersler verdim. Örneğin Harvard’da Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde ve Hukuk Fakültesi’nde üç kez ders verdim. Ama en zor dönem, 2002 kışıydı. Derslerime öğrencilerin yanı sıra Çin’den, Japonya’dan ve Hindistan’dan fizikçi, matematikçi ve bazen de Huntingtoncı akademisyenler de katılıyordu. Çinli, Talal Asad ile Lockman’ın şiddet konusundaki görüşlerine ikna olmadı. 2001 olayı da tazeliğini koruyordu. Bir keresinde bana şöyle dedi: Hepimiz sömürgecilikten mustaribiz. Bazen sizden daha fazla acı çektik ve Batı’yı vurma konusunda da sizden daha yetenekliyiz. Kimse bunu yapmadı ve düşünmedi de. Öyleyse dininizin ve bizzat Arapların bu yaygın şiddetle özel bir ilişkisi olabilir mi?!
Evet, bu “yaygın şiddeti” gözlemleyerek 40 yıl geçti. Bu şiddete ilişkin şaşkınlık giderek artıyor, çünkü artık Araplar ve Müslümanların yaptıklarıyla sınırlı kalmayıp Myanmar ve Hindistan’da Müslümanlara, Çin’de Uygurlara ve Filistinlilere karşı başkaları tarafından da uygulanıyor. Nefret, intikam ve zayıflara üstün gelme fantezileri söz konusu. 60 yıl önce Celal Âl-i Ahmed, Batı’nın şokundan veya hastalığından bahsetti. Yaklaşık iki asır önce de Hayreddin et-Tunusî, Batı’dan püskürtülemeyen bir sel olarak söz etmişti. Ne olursa olsun, her ne kadar akıllılarımız bunu her zaman İslam’a ve insanlığa bir zulüm olarak değerlendirse de Araplar ve Müslümanlar olarak biz, cinayetin ve tahribin kolaylığını aşamadık.
Fransız şehirlerinin sokaklarında yaşanan son kargaşadan hareketle ben artık bunun ne birikimlerle ne de Batı’nın zulümleri ve kötülükleriyle meşrulaştırılabileceği kanaatinde değilim.
Güç ve kuvvet yalnızca Allah’tandır.