Husam İytani
TT

Sudan ve geçmiş yılların dersleri

Bugünlerde Sudan’ın tanık olduğu gösterilerin 2011 yılıda yaşanan Arap devrimleri ile hiçbir ilişkisi olmadığı doğrudur. Daha da doğru olan. Sudan hükümetinin gösterilerle başa çıkma yönteminin; Arap rejimlerinin Arap Baharı’nın  çok daha öncesinde karşı karşıya oldukları kriz ile Sudan’daki durumunu yeniden ilişkilendiriyor olmasıdır. Hükümetin göstericilere karşı şiddet kullanması, olayları ve arka planlarını açıklamak için komplo teorilerine başvurması, vatandaşlarının basit ve haklı taleplerini görmezden gelmesi, tepkilerin artmasından, tarafların barışçıl ve politik bir yöntem olarak diyalogdan uzaklaşmasından başka bir işe yaramamaktadır.
Hükümetin ekmek ve yakıt fiyatlarına zam yapma kararına bir tepki olarak başlayan ve Cumhurbaşkanı Ömer Beşir’in ‘gizli odakları’ arkasında durmakla suçladığı bu gösteriler, diğer Arap devrimleri gösterileri gibi birçok Arap rejiminin sorunlu noktalarına ışık tutmaktadır. Diğer hükümetler gibi son olarak Hartum hükümetinin de yüzleşmek zorunda kaldığı krizin nedenleri; kötü ekonomi yönetimi, Suriye eski Devlet Başkanı Hafız Esed ve oğlu Beşşar Esed’in o ünlü sloganı  ‘sonsuza kadar’ yönetimi elde tutmakla sınırlı değildir. Bilakis krizin nedenlerinden biri de dünyanın bu bölgesinde çözümsüz bir soruna dönüşen, salt baskı ve şiddete dayanmayan her rejimin temeli olan meşruiyettir. Sudanlıların birkaç yıl içerisinde reform ve adalet talepleriyle birçok kez sokaklara indiklerini ama görünüşe bakılırsa haklarını elde etmekte başarısız olduklarını da hatırlatmalıyız.
Tunuslu genç Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan Arap devrimlerinin daha ilk gününde, Arap rejimlerinin meşruiyeti sorunu, köklü ve radikal bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gereken bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Devrimci veya kurtarıcı ya da düzeltici olsun Arap liderlerin meşruiyetlerini dayandırdıkları tüm temeller buhar olup uçmuşlardır. Dolayısıyla günümüzde Arap liderlerin; uzun süren yönetim yıllarına eşlik eden tüm başarısızlıklara ve ülkelerine, halklarına ve toplumlarına yaşattıkları yıkıma rağmen neden yönetimi ellerinde tutmak istediklerini halka açıklamaları gerekmektedir.
Arap devrimlerin ve bilhassa kanla bastırılanların yenilgisi; her ne kadar öldüren türden olsa da ‘istikrar’ çağrısında bulunanlar için gerekli zemini sağlamıştır. Hükümetlere; vatandaşlarının yaşadıkları zorluk ve sıkıntıları gidermeyi, taleplerini karşılamayı Suriye ve Libya’da yaşanan ölüm, yıkım ve göçlerin tekrarlanmasına neden olacağı gerekçesiyle reddetme imkanı vermiştir. Meşruiyet krizi yaşayan, geleceğe yönelik bir vizyonu olmayan ve değişen bir dünyada hala eski çağlardan kalma yönetim metodlarını benimseyen rejimlerin, halklarının taleplerini yerine getirmeleri halinde durumun daha da zorlaşıp bir patlamaya neden olabileceği bahanesini ileri sürmelerine olanak sağlamıştır. Oysa Libya ve Suriye’de yaşananlara adalet, onurlu bir hayat ve yönetime ortak olmak gibi yasal talepler değil Arap rejimlerinin reformu kesin bir şekilde reddetmeleri yol açmıştır. Bu da devrimlerin siyasi muhalefetten, mezhep ve kabile temelli iç savaşlara dönüşmesine neden olmuştur.
Bir rejimin meşruiyet açısından yaşadığı düşüşü durdurabilmek için varlığından faydalanan kişilerin sayısını arttırması ve bu şekilde siyasi tabanını genişletmesi gerektiği ne çok gizli bir sır ne de büyük bir keşiftir. Arap politikacılar ise bunu çoğunlukla; muhaliflerini yatıştırmak için karşılıklı faydacılık metodunu benimseme şeklinde anlamaktadırlar. Oysa burada kastedilen şey bunun tam tersidir. Çünkü siyasi tabanının genişletilmesinden kasıt; temel kararlar alınırken  ve ülkenin geleceğini belirleyen politikalar belirlenirken mümkün olduğunca geniş toplumsal katmanların buna  ortak olabilmesidir. Arap toplumlarımızda gençler, kadınlar ve alt gelir grupları daha kırılgan ve korumasız oldukları için bu sürece katılımlarına özel bir önem verilmelidir. Sudan’da ekmek fiyatlarının artmasından birinci derecede etkilenenlerin ve bu nedenle gösteri düzenleyenlerin; adaleti ve taleplerine kulak vermeyi en çok hak eden taraflar olduklarını hatırlatmaya gerek bile gerek yoktur.
Meşruiyet krizinin bir başka yönü de Arap vatandaşların dünyaya yabancılaşmasına neden olmasıdır. Eğtim seviyesinin düşüklüğü, eleştirel düşüncenin yasak olması, medya araçlarının karşı karşıya olduğu kısıtlamalar ve bilgide tekelleşme; Arap vatandaşlarını hurafelerin esiri ve son on yılda bölgemizin şahit olduğu El Kaide, DEAŞ vb. terör örgütlerinin etkisine açık bir hale getirmiştir. Dolayısıyla Arap vatandaşları kendilerini dünyadan ve gelişmelerinden soyutlanmış gibi hissederken, buna karşılık dünyada onları görmezden gelmekte ve marjineleştirmektedir. Araplar ile dünyanın geri kalanı arasında var olan ve hayatın her alanında etkileri görülen kısır düşmanlık döngüsü tam da bu noktadan yola çıkmaktadır.
Sudan yönetiminin geçen 8 yılda Arap devrimlerinin; reform, siyasi katılım ve rejimin temsil tabanını genişletmesinin önemi konusunda sunduğu derin dersleri göz önüne alması uzak bir ihtimaldir. Bilakis bu devrimleri başarısızlığa uğratan ve bazılarını yıkıcı ve kanlı bir savaşa dönüştüren aynı yöntemi benimseyeceği ihtimali daha büyüktür. Çünkü şimdiye kadar yaşananlar diğer Arap rejimlerinin kullandıkları gerekçelerle Sudan rejiminin göstericilerin taleplerini reddetmek için öne sürdüğü gerekçelerin tamamen aynı olduğunu göstermektedir. Ki bu Arap rejimleri; diyalog ve reformu reddetmiş ve yönetimin sağladığı konfordan, nimetlerden mahrum kalmamak için ülkelerinin yıkımına ve vatandaşlarının mülteci durumuna düşmesine katkıda bulunmaktan kaçınmamışlardır.