Araplar şiirde çok yol katetmiş ve ileri bir düzeye erişmişlerdir. Bu tartışmasız ve kesin bir gerçektir.
Roman dünyasına girmekte ise biraz geç kaldık. Ama yine de bu alanda Nobel ödülü alacak kadar ilerlemeyi başardık ve Necib Mahfuz’u takdirle dünya edebiyat haritasına yerleştirdik.
Ama ne yazık ki tiyatro eserlerimiz -ne kadar acı bir gerçek olsa da- büyük Arap dünyamız dışında çok kabul görmemiştir.
Hatta bizler, bir Arap ülkesinde sahnelenen bir tiyatro oyununun diğer komşu Arap ülkelerinde de sahnelenmesini sağlamayı bile başaramadık.
Arap Körfez ülkelerinin büyük bir çoğunluğunda televizyon kanalları ünlü “Yaramazlar Okulu” tiyatro oyununu eğlenmek ve neşelenmek amacıyla sadece bayramlarda yayınlardı.
Bu vesileyle; bu oyunun büyük yazarı merhum Ali Salim’le tanışma şerefine eriştiğimi ve ardından aramızda üstad-öğrenci ilişkisine benzer bir ilişkinin doğduğunu belirtmek isterim.
Ali Salim’le her telefon konuşmamızda kendisi konuşmaya derin ve ince bir espri ile başlar ve yine benzer bir espri ile sona erdirirdi.
Konuşmamız boyunca bana cömertçe sunduğu engin bilgisini bu ince esprilerle kuşatmakla sanki bu bilgileri hafızama kazımama yardımcı olurdu.
Bu satırların yazarı da ne zaman kalbi daralsa ve içi sıkılsa Abdülhüseyin Abdülrıza’nın “Humana mı Ey Firavun!” (Bu ifade; sen kimi kandırıyorsun anlamında Arapça bir deyimdir) ve “By By Londra” gibi en güzel tiyatro eserlerini izleyerek neşelenen o nesildendir.
Abdülhüseyin Abdülrıza etkili ve ince esprilerin kralıydı.
Asıl ilginç olan ise bu esprilerin çoğunun bir hazırlık yapmadan ve doğaçlama olmasıydı.
Abdülhüseyin ile birçok oyunda rol alarak önemli bir sanat kariyerine sahip olan Nasır el-Kasbi onun bu yeteneği hakkında bana şunu söylemişti:
"İnce ve etkili espriler üretmek bizim çok vaktimizi alırdı. Bizim için bu zorlu ve sancılı bir süreçti.
Ama Abdülhüseyin çekimler sırasında hiç zorlanmadan ve doğaçlama bir şekilde metne yeni espriler eklerdi.
Bir gün ona bu yeteneği nasıl edindiğini sordum. Hiç duraksamadan: "Tiyatrodan" dedi ve sözlerini şu şekilde sürdürdü: "Beni izlemeye gelenlerin bazen bir tiyatro oyununu birden fazla hatta birkaç kez izlediğini görüyorum. Bu nedenle beni bu şekilde takdir eden izleyicilerime her gün yeni bir şey sunmam gerektiğine inanıyorum"
Peki tiyatro ile romanı şiirsel bir metin ve eğlenceli renklerle birleştiren, hangi dili konuşursa konuşsun izleyicisine ortak insan ruhunun tezahürlerini aktaran sinemanın Arap dünyasındaki yeri hakkında ne söyleyebiliriz?
En ünlü ABD’li sinema yönetmenlerden biri olan Frank Capra (1897-1991) sinema hakkında şöyle dememiş midir:
"Sinema ya da her film dünyada bulunan ortak üç dilden birini oluşturmaktadır. Müzik ve matematik; farklı dilleri konuşsalar bile iki akıllı insanın aynı oranda anlamaya gücünün yettiği iki ortak dildir. Üçüncüsü ise sinemadır. Çünkü sinema; bir insanın, kardeşi insanı anlaması için harcadığı en basit ve samimi çabadır. Havaya uzanmış ve kendisini izleyenlere el sallayan bir el gibidir. Dilin ve ten rengin ne olursa olsun yaşadığın günlük sorunları ve sıkıntıları bu dünya üzerinde yaşayan bir başka erkek veya kadın da aynı sorunlar ve sıkıntıları yaşamaktadır!"
Arap sinemasının hak ettiği yerde olmaması; babalarının ve dedelerinin yaşadıkları hayatın zorluklarını izleyemekten mahrum bırakılan nesillere yapılmış bir haksızlıktır.
Çünkü Charlie Chaplin’in dediği gibi her film: "Düşünce olarak bir sorunu ele alır ardından bu sorunu bir felakete dönüştürmeye çalışır.
Bu şekilde başrol oyuncusu ya da yönetmen kendisini ne kadar basit ve sıradan bir adam olsa da bu büyük bulmacayı çözebilecek biri gibi göstermeye çalışır”.
Her güzel film insanların umutsuzluğunu tedavi eden bir ilaç gibidir. Hatta film yapımını ve yapımcılığını sürdürmek hayatın zorluklarına karşı koyabilmeleri için insanlara yardımcı olmakta kararlı olmak demektir.
Hangi birimiz evinde bir koltuğa oturmuş film izlerken filmin başrol oyuncusunda kendimizi bulmamışızdır?
Hangi birimiz bir filmde sanki onu anlatan bir diyaloğa rastlamamıştır?
Hangimiz bu diyaloğu duyduktan sonra rahatlayıp tatmin olmamıştır?
Sinemanın etkisi müzik gibi doğrudan olmayabilir. Ama içimizdeki çok derin bölgelere kadar uzandığı kesindir.
Bununla bilinçaltımızı kastetmiyorum. Bunun yerine biraz cesurca da olsa sizinle kendi benzetmemi paylaşmak istiyorum. Bana göre sinema; ekonomik sınıfta yapılan bir yolculuk sırasında size sunulan ve beklenmedik derecede mükemmel bir yemek gibidir.
Birçok eleştirmen Stanley Kubrick’in şu sözünü tekrarlayıp durur:
"Sanat; yeni bir gerçeklik yaratmak değil bilakis bizleri çevreleyen gerçeğin yeniden kurgulanmasıdır."
Ama ben onlarla aynı düşüncede değilim ve çoğu zaman eleştirmenlerden farklı düşünmekten ve onlarla ayrı düşmekten zevk alıyorum.
Çünkü bence kısa ve aşırı yoğunluklu cümleleri çoğunlukla dünyayı onun perspektifinden göremedikleri bir gerçeklikten yoksundur. Ayrıca birçok eleştirmen bizzat Stanley’in söylemiş olduğu:
"Sinema yönetmenliği; dört çekerli bir araçla dağa tırmanırken 1000 sayfalık bir roman yazmaya çalışmak gibidir" sözünü unutmuş gibi davranır.
İnsanın kendisini çevreleyen gerçekliği yeniden kurgulaması kolayca gerçekleştirebileceği bir istek değildir. Hatta neredeyse imkansızdır. Çünkü gerçekliğin bir anını yakalamak ve bunu sinemada bir kadraja yerleştimek eşsiz ve dahi bir yönetmen için bile bir hatta iki ömür uzunluğunda bir zaman gerektirir.
Bence Suudi Arabistan’da sinema toplumun karşı karşıya olduğu birçok sorunu tedavi etmekte bir araç olabilir.
Çünkü sinema yapımcılarının bunda bir katkısı olmadan toplumun büyük bir bölümünün bir düşünceyi kabul etmesi ya da reddetmesi mümkün değildir.
Sinema hiç kimseyi zorla bir şeyi kabul etmeye zorlamayan sanatsal ve teknik bir durumdur.
Ama aynıı zamanda kendi özel görüşünü oluşturana kadar da izleyicinin yakasını bırakmaz.
Zira izleyici en önemli eleştirmendir.
Duvedmi’de yağmur yağıyor. On yıllardan beri bölge ilk kez böyle gökten boşanırcasına yağan bir yağmura şahit olurken otlamaya götürdüğü develeriyle dönen Sudanlı bir çobanın görüntüsü profesyonel bir fotoğrafçının objektifine yakalanıyor.
Bu fotoğraf gören herkesi büyülüyor ve birisi şu yorumda bulunuyor:
“Bu fotoğraf, yılın en güzel fotoğrafı”!
Bu fotoğraf karesi; bu dürüst çobanın hayatını, gündüzünü ve gecesini anlatıyor mu?
Suudi Arabistan’ın ortasındaki Necd bölgesinde deve çobanlığı yapabilmek için hangi zorluklardan geçtiğini, develerin sahibi ile aralarındaki ilişkiyi, hatta develerle ilişkisini anlatıyor mu?
İşte bu çabucak çekilmiş bir fotoğraf; doğudaki ve batıda dostlarımıza gururla hediye edebileceğimiz ve "İşte bu bizim toprağımız ve 2030 hedefimize doğru hızlaca ilerlerken bile sona ermeyen ve hala var olan bizim hayatımızdır” diyebileceğimiz bir filmin karesi olabilirdi.
Devlet tarafından burslu olarak gönderilen Suudi Arabistanlı bir genç kızın ABD’de bir nehirde boğulması üzerine ABD’li bir gazeteci arkadaşım bana: "Sizler eğitim almaları için kızlarınızı yurt dışına gönderiyor musunuz?” diye sordu.
Onun bu üstünlük taslayan sorusunu duymazdan geliyorum ve bunun yerine binlerce burslu öğrencimizin deneyimlerinden sinema alanında yararlanma fırsatını kaçıranlara sitem ediyorum.
Sinema aracılığıyla kendimizi dünyaya tanıtma şeklimizi kendimiz seçebiliriz. Kendi hikayemizi ilk biz sunabiliriz.
Çünkü insanlara sunulan ilk hikaye en güçlü ve etkili olandır. Dolayısıyla bizler kendimizi gerektiği gibi tanıtmıyorsak bizi tanımadığı için hakkımızda ön yargılara sahip olan birine kızmaya da hakkımız yoktur.
Ünlü Godfather filmine göre “Güç ile her şeyi elde edebiliriz. Sevgi ve saygı hariç”.
Bu söz dört çekerli bir araç ile bir dağı tırmanmaya çalışırken 1000 sayfalık bir kitap yazmaya çalışmaktan geri duran senaristlerimiz ve yönetmenlerimiz için de geçerlidir.
Bugün Suudi Arabistan’da birçok kısa öykümüz, ödüller kazanmış ve kısa listelerde yer almış romanlarımız bulunmaktadır. Peki sıradan insanların, erkeklerin ve kadınların yaşadıkları zorlukları ölümsüzleştirerek şan ve şeref arayanlar nerede?
Arap sinemasındaki en önemli zorluk, Arap dünyasının günlük öyküler, başarılar ve başarısızlıklarla dolu olmasıdır. Ama bizde asıl eksik olan şey ne yönetmenler ne de mükemmel aydınlatma teknikleridir.
Asıl ihtiyacımızolan tüm dilleri konuşan bu ekranda bizlere bize benzeyen bir görüntü sunacak olan kolektif dayanışmadır.
Büyük yönetmen Alfred Hitchcock’un belirlediği 3 şartı sağlamadan sinemada ölümsüzlüğe ulaşmak mümkün değildir.
Alfred Hitchcock’a göre: "İyi bir film yapmak için 3 şeye ihtiyaç vardır: Senaryo, senaryo ve senaryo...”
TT
Hitchcock’un Araplara vasiyeti
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة