Yusuf Deyni
Suudi yazar
TT

​Sarışın terör ve 'kutsal olanı getirmek'

Uluslararası sınıflandırmalara göre dünyanın ikinci en güvenli ülkesi olan Yeni Zelanda’nın temiz ve saf imajını kasıtlı olarak çizmeyi amaçlayan katliamın şokunu dünya hala atlatamadı. Herkes kendi açısından bir travma yaşıyor. Terör, bu katliam ile bizlere bundan sonra güvenli bir ülkenin olmadığını söylüyor.
Batılı ülkelerin Müslüman vatandaşlarının entegrasyonu krizi ile yüklü şoku ise çok daha büyük. Çünkü aşırı sağcı kültürün sorumsuz davranışlarından ibaret olarak görülen şey bugün bir “tepki” olmaktan çıkıp ideolojik referanslara dayanan bir akıma dönüşen bir dalga yaratmaya yaklaşmaktadır. Bu da ideolojik ortamdan organize ve örgütlenme çerçevesine taşınmadan önce İslami referanslara sahip terör örgütlerinin geçtiği aşama ile aynı aşamadır. Dolayısıyla şuan bunu inkâr etmek yâda bu ateş topunu Doğu ve İslam dünyasına atmak terörün ticaretini yapanlar ve köklerinin tutuşmasından faydalanacak olanlardan başkasının işine yaramayacaktır.
Yaşanan her terör olayı, aşırılık ve şiddetin geçici bir dalga yâda birikim veya kişisel bir davranıştan ibaret olmayıp fitilini ateşleyecek nedenleri bekleyen istikrarlı bir durum olduğu kavramını daha çok kökleştirmektedir. Referanslar farklı ve motivasyonlar çeşitli olsa da dinamik ve teorik söylem aynı kalmaktadır. Çünkü fanatizm ve bağnazlığın ne dini nede mezhebi vardır. Tarrant’ın 78 sayfadan oluşan ve çok önemli bir belge sayılan “Kutsal Olanı Geri Getirmek” başlıklı manifestosunu okunduğunda El-Kaide’nin ünlü “Vahşetin Yönetimi” adlı belgesi –ki kendisi de ayrı bir hikâyedir-  ile benzer olduğu açıkça görülmektedir.
Yeni Zelanda’da yaşanan, 50 kişinin hayatını kaybettiği ve onlarca kişinin yaralandığı bu kanlı saldırı, eski saldırılar ve olaylarda olduğu gibi kimliği belirsiz kişiler tarafından işlenen yâda arkasında kimin olduğunun bilinmediği bir olay değildir. Güvenlik temelli okumalarda kendisini olduğundan büyük gösterme çabaları gibi kendisini kolektif olmayan yâda daha çok bireysel bir davranış olarak kabul etmek de yanlıştır ki bu, bizzat Yeni Zelanda’da terör konusunda uzman olan John Battersby ve Paul Buchanan’ın görüşleridir.
Bu 2 uzmana göre yaşananların ardından aşırı sağdaki terör virüsü bir dönüm noktasına gelmiştir. Yine güvenlik güçleri İslami aşırıcılığa odaklanıp sağcıları ihmal ederek bir hata işlemiştir. Bu açıklamalar da en az düzenlediği basın toplantısında daha önce görülmemiş şekilde çok sorumlu bir biçimde konuşan, Yeni Zelanda’nın çok üzgün ve cevaplar aradığını ifade eden genç Başbakan’ın açıklamaları kadar cesurdur.
Güvenlik yâda hukuka dayalı bir okuma yeni olmayan bu olguyu anlamaya çok da yardımcı olmayacaktır. Bu olgu; aşırı sağın ve düşmanca söylemin artıklarıdır. Bunlar, manifestosunda Fransız aşırı sağcı 2 düşünürden etkilendiğini, bu saldırıyı 2 yıldır planladığını, dışarıdaki birçok lidere danıştığını ve saldırıyı gerçekleştirene kadar Doğu Avrupa ile Balkanlardaki fanatik sağcı ortamın etkisi altında olduğunu vurgulayan Tarrant gibi aşırı sağcıların DEAŞ’ın eski savaş ve zaferler ile ilgili ezgilerine benzeyen ve tarihi çağrışımlarla dolu ırkçı bir şarkı olan “Remove Kebab” (Kebabı kaldır) eşliğinde bir video oyunundaymış gibi insanları öldürmesini sağlamaktadır. Bu detaylar, saldırganın yasal ve bireysel sorumluluğunun çerçevesi dışında okunmamalıdır. Ayrıca bireyler ile bağlantılı teröre ilişkin ideolojik ve teorik referansların varlığı sorunun özüne de nüfuz edilmesi gerekir.
Farklı açılardan bakıldığında Norveç’te yaşanan felakete verilen tepki şok edicidir ve Batı medyası olayın hemen ardından “kategorileştirme ve modelleme” tuzağına düşmüştür. Öyle ki Washington Post gibi köklü gazeteler, hatta Müslüman göçmenleri suçlayan yâda Batı’nın sıcak kollarında uyuyan “cihatçı hücrelerin” bulunduğunu hatırlatan birçok yorumun yer aldığı Twitter başta olmak üzere yeni medya araçları bile bu tuzağa düşmüşlerdir.
Yeni Zelanda ilk değildir. Norveç’teki saldırı ile birçok Avrupa ülkesinde aralıklı olarak yaşananları çok iyi hatırlıyoruz. Bunlar yaşandığında Batılı terör uzmanları sorun ve krizi öteleyen, terörü kategorize eden, güçlü bir şekilde İslamlaştıran yâda bir tepkiden ibaretmiş gibi göstermeye çalışan varsayımlar öne sürmüşlerdi.
Batılı bağlamda bu kategorileştirme ve “sanal düşman” olarak adlandırılabileceğimiz bir çerçeve belirleme çabaları kabul edilemez olsa da, El-Kaide ve DEAŞ örgütlerinin sicillerini dolduran terör saldırılarından oluşan uzun tarih bunu bir dereceye kadar anlaşılabilir kılmaktadır. Aynı zamanda bu saldırılar Batı’daki kolaya kaçma durumunu; eski ve yeni medya arasındaki rekabet nedeniyle güvenirlik düzeyi, haber kaynağı ve haberi kaynağa dayandırma yöntemi konusunda büyük değişimler yaşayan medyanın hatalarının ve olumsuz sonuçlarının bir parçası haline getirmiştir.
Ancak ne anlaşılması nede haklı gösterilmesi mümkün olan şey; Yeni Zelanda saldırısını sadece kendisini ifade etmek isteyen aşırı sağcı birinin düzenlediği bir saldırıdan ibaret olarak görünen birçok yorumda yüzeye çıkmaya başlayan ve gözden kaçmayan sevinç halidir. Bu da düşünür ve entelektüellerin geniş bir kesiminde “terör” konusunu algılamada bir sorun olduğu düşüncesini pekiştirmektedir. Bunların büyük bir bölümü terörü; dini alana ait olmayan, sadece protesto, dışlanma, hakların yokluğu ve siyasi baskı ile bağlantılı nedenlere dayanan bir durum yerine Michel Foucault gibi sosyologların ve psikoloji uzmanlarının dile getirdiği gibi “baskı altında olanın patlaması” şeklindeki bağımsız radikal bir ideoloji olarak nitelemektedir.
Evet, terör bütün bunları gerekçe olarak gösterip bunlardan alıntı yapabilir ama barışçıl olmayan bir şekilde kendini ifade etmekten farklı bir form olarak kalmayı da sürdürmektedir. Karşı taraftan geldiğinde intikam, fanatizmin bir işareti, insanlık karşıtı olarak görülürken belirli bir din, ideoloji yâda coğrafyadan birisi tarafından gerçekleştirildiğinde terörün anlaşılabilir olarak görülmesi hiçbir şekilde açıklanamaz.
Aşırılıkçı ideolojiler kendi düşünce sınırları olan bağımsız söylemlerdir. Dünyada kendisinden başkasını görmeyen tekilci bir düşünceye dayanırlar ve diğerlerini de bu düşünceye göre yorumlamaya çalışırlar. Buradan yola çıkarak hangi kökene ve referanslara sahip olursa olsun terörün bütün çeşitleri arasında ortak buluşma noktaları, düşünme ve uygulama araçları ve mekanizmalarında kesişmeler bulabiliriz.
Dünya bugün, “terörü” tanım ve teknik olarak, güvenlik önlemleri ve başta sosyal medya olmak üzere aktörlerin sorumluluğu açısından doğru yerde yeniden konumlandımak için birleşmelidir. Çünkü yaşananlar etik, yasal, hatta teknik değil de hiçbir şekilde mazur görülemeyecek şiddet konulu içerikler konusunda yaşanan ihlallerden kaynaklanmaktadır. Algoritma tekniğinden ve şiddet içeriklerini otomatik olarak engelleme gücünden bahseden birçok araştırma bulunmaktadır. Ancak birçok platform bu tekniği kullanmayı geciktirmektedir. Bunun tek nedeni reklam ve pazarlamadır.
Terör zihniyetindeki ortak özellikler ve uyum bizlere, bu olgunun sadece ekonomik ve sosyal değil, ideolojik ve düşünsel köklerini de okumanın gerekli olduğunu göstermektedir. Çünkü birçok terörist, bu konularda bir sorun yaşamamaktadır. Hatta Yeni Zelanda saldırısını gerçekleştiren teröristin manifestosu ve mahkemede beyaz ırkın üstünlüğüne işaret eden ifadeleri, eline fırsat geçse bunu tekrarlamakta hiç tereddüt etmeyeceğini söylemesi onun psikolojik olarak ne kadar dengeli ve bu eyleminden dolayı kalbinin nasıl bir gururla dolduğunu yansıtmaktadır. Teröristler yaşamın ve var olmanın değerini kaybetmişlerdir. Yeni Zelanda’da olduğu gibi saldırı öncesi ölüm kutlamalarını samimi ve araştırıcı bir şekilde ele almak ise yaşam ve insan ruhuna değerini yeniden kazandırma çabasının bir parçasıdır.