Divan şiiri bu coğrafyanın bütün dillerini toplayıp harmanlayıp bir potada eritip o eriyikten ortaya müstesna bir abide çıkarışın genel adıdır. Şiirden bahis açınca ilk iş zihni kamyon kasası tekerlemelerinden arındırıp temizlemek olmalı. Yoksa bahsin ne ehemmiyeti ne de ciddiyeti kalır. Şarkı sözü yazarlarını şair zannetmenin kirinden kurtulmadan şiiri anlamak zordur. Oysa şiir denince “beyanı öğrenen insanın” mucizevi becerisi gelmeli akla.
Şiirler olmasaydı ne insanı, ne tarihi, ne kültürü, ne sanatı anlamak mümkün olmazdı. Defalarca filmi ve dizisi çekilen ve görünen o ki pek de yeter denmeyecek olan Troya savaşlarını ve İlyada Destanını Milattan sekiz yüz yıl önce Homeros yazmasaydı biz bu gün bilemeyecektik. Şiirler sadece beyanda ki belagat değil, aynı zamanda anlattığı insana dair tarihin bilgisidir. Züheyr İbni Ka’b’ın “Suat’ın gidişi, ilk çocuğunu kaybedip de kendini yerden yere vurarak ağlayan genç anneyi görünce kendi ilk kaybettiği çocuğu hatırlayıp omuzlarını titreterek ağlayan yaşlı kadının hıçkırıklarına benziyordu” anlamını sadece iki dizeye sıkıştıran Kasidesi de böyledir.
Yine İmam-ı Busiri’nin “Elbette affa dair umudum büyük. Affımı tırmanılması mümkün olmayan dağların zirvesindeki çiçeğe su gönderen merhametten bekliyorum” dizelerinin olduğu Kaside de böyledir. Eğer Mehmet Akif Çanakkale Destanını yazmasaydı ihtimal ki o mahşer tarihin tozlu yaprakları arasında unutulup gidecekti.
Divan şiiri işte bu destanları koynundan çıkaran büyük mürebbidir. Hem lafzın ritmi, hem anlamın estetiği aruzun matematiği içinde vücut bulur ruh ve bedenin buluşması gibi akıl almaz bir kimya ile şiire dönüşür. Bu şiir bu coğrafyanın ortak mirasıdır. Bu coğrafyayı anlamak, bu coğrafyada yaşayan insanı anlamak ancak bu şiiri anlamakla mümkün olacaktır.
Bu ay Divan Şiirinin tadını hissettirecek iki müthiş etkinlik birden oldu.
Birincisi Su Kasidesi Oratoryosu... Cemal Reşit Rey salonunda, Rengim Gökmen şefliğinde sahnelenen oratoryo uzun yıllardır “mutlaka olması gerekir” dediğimiz bir şeydi. Emeği geçen herkesi kutlamak gerekir. Ne yazık ki bunu dinleme imkânımız olmadı. Su Kasidesi şiirin, Fuzuli şairliğin zirvesidir. Ne yapılsa, ne söylense, nasıl işlense az olur.
İkincisi bir tiyatro oyunu... Aşk Bir Zamanlar (Gazele)İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun, 20 Mart günü Müsahipzade Celal sahnesinde prömiyer yaptığı oyun. Yönetmen Bora Seçkin bir tiyatro büyücüsü... Kırık dökük taşlardan katedraller inşa ede mimar. Sesi, müziği, görseli, dekoru, mizanseni senkronize eden kompozitör... Daha önce yaptığı işlerin çıtasını bir basamak yukarı taşıyarak kendini zora sokmuş. Işık Tasarımı yapan Fatih Haroğlu, ışığın olayın akışına eşlik edişini olağanüstü bir beceriyle gerçekleştirmiş. Sahne tasarımında ne bir eksik ne bir fazla, her nesne yerli yerinde... Mehmet Emin Kaplan’ın sahne tasarımı adeta gölge ve figürü kullanarak portre çizmeye benziyor. Hani bir burun, bir bıyık çizer ressam, sadece bu iki figürle yüzün kime ait olduğu anlaşılır ya tıpkı öyle. Bir dergâh canlandırmış. Dergâhın duvarları farklı uzunluklarda metal çubuklardan oluşuyor. Ortada bir iki minder, bir rahle, bir sürahi, beş bardak. Yerde bir post, duvarda asli harfleriyle bir hat tablosu, “Ya Hazreti Pir” yazılı. Dışarda kalan biri siyahlar diğeri beyazlar giyinmiş iki kadın. Döner sahne her mizansen değiştikçe farklı bir açıyı seriyor gözler önüne. Arka platforma düşen görsellerde yangın, top sesleri, at kişnemeleri olayı yaşatmaktan fazlasını yapıyor, seyirciyi olayın içine çekiyor. Sahne önünde görünmeyen canlı orkestra Dede Efendiden, Itri’den parçalar seslendiriyor, müzikleri yapan Ali Otyam, Hicaz, Neva, Hüseyni derken her makam geçişinde bir enstrümanın kısa solosu ile gerçekleştirmiş akışı. Ses, renk, hareket, değişen görseller illüzyonu tamamlıyor. Doksan dakika boyunca kıpırdamadan bu büyülü ortamda kalıyorsunuz. Adeta dünyanın içinde ama bir başka boyutta yeniden var olmak gibi. Tuhaf, tuhaf olduğu kadar insanın ayaklarını yerden kesen, gerçeklerle bağlantısını kesip bir başka gerçekliğin kollarına bırakan bir atmosferin içindesiniz artık.
Dergâhın şeyhi, önce iki yakın dostunu Şair İzzet Molla ile Bestekâr İsmail Dede’yi misafir eder. Bu misafirlere bir mülazım ile bir celep katılır. Şeyhe hizmet eden Maral hatun duvarın dışında beklemekte, geçen bütün konuşmaları dinlemektedir. Diğer tarafta siyahlar içindeki kadın Maral Hatun’un gençlik dönemleridir.
Oyuncular (Deran Özgen, Ersin Sanver, Fatih Aksüt, Mehmet Avdan, Özgür Dereli, Seda Yılmaz, Yeliz Şatıroğlu) başarılı bir kostüm tasarımı içinde (Almila Altunsoy) Dramaturg (Özge Ökten)’in son şeklini verdiği teksti büyük bir çaba ile sahnelemekteler. “Lakin” Kelimesi oyun içinde dokuz veya on kez tekrarlanıyor. Daha ilk repliğin “lakin” ile başlaması ihtimal ki gözden kaçmış, kolaylıkla düzelebilecek bir aksama.
Oyunun yazarı, Eski Türk Edebiyatı uzmanı, ünlü bir profesör. İskender Pala... Birçok romanı, araştırması yayınlanmış Devletin Kültür Politikalarının düzenlendiği kurulun üyesi. Bizim bildiğimiz tiyatro olarak izlediğimiz bir eseri daha vardı. Leyla ile Mecnun. Yine İstanbul Şehir Tiyatroları’nda çok büyük bir prodüksiyon ile sahnelenmişti.
Yazar, bu oyunda her yazarın başına gelen bir kâbusu yaşamış. “Fırsat, bu fırsattır” diyerek dağarcıkta ne varsa metne aktarmaya çalışmış. Dönemsel olarak İkinci Mahmut dönemi, Yeniçerilerin ortadan kaldırılması “vaka-i Hayriye” yeni bir ordu kurulması “sekban-ı cedit” İstanbul sokaklarındaki anarşi, çatışma ortamı, mülazım ve celep karakterlerinin birinin sekban hafiyesi diğerinin yeniçeri ocağı kaçkını bir celep kılığında Anadolu’ya geçmeye çalışması üzerinden anlatılmaya çalışılmış. Yetmemiş İstanbul’u kasıp kavuran yangınlar olay örgüsünün içinde başat bir şekilde yer almış. Karakterlerin ikisi İzzet Molla ve Bestekâr İsmail Ağa’nın gerçek şahıslar, diğer karakterlerin Maral Hatun, Şeyh, Celep ve Mülazımın kurgu olması olay örgüsündeki dönemsel gerçeklikle birbirine karışmış. Hepsi kurgu veya hepsi gerçek karakterler gibi anlaşılmaya yol açmış. Bu bir yazarlık başarısı mı yoksa ifadede teşevvüş mü olduğu oyunu izlerken gördüğüm Beşir Ayvazoğlu’nun karar vereceği bir meseledir. Dergâh ve Şeyh figürü baskın olduğu için, Melamilik, Mevlevilik, Şeyhin Keramet göstermesi ve benzeri hususlar da keza birer küçük figüre indirgenerek metin içinde kendine yer bulmuş. Satranç oyunu ile her bir karakterin yaşadığı aşk macerasını yalan karıştırmadan anlatması arasındaki bağlantı kopuk. Veya anlaşılmayacak kadar muğlak demek suretiyle yumuşatmak da mümkün. Maral Hatun, Gazele, Ahu-Çeşm, Ceren adlarıyla yapılan kelime oyunu “cümlenin maksudu bir ama rivayet muhtelif” dedirtecek bir kapı açıyor.
Bütün bunlar bir tarafa, oyunun ekseninde divan edebiyatı olması bir tarafa... Divan şiirinden ne gerçeküstü oyunlar çıkar dedirtmesi bile alkışı fazlasıyla hak ediyor.
Burada hikâyenin ilginç finalini söylemek yakışık almaz. Oyunu seyredeceklere haksızlık olur.
TT
Aşk Bir Zamanlar (Gazele)
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة