“Drina Köprüsü” isimli romanı okumuşluğunuz var mıdır?
Hem yazarından hem içeriğinden hem de yazıldığı dönemden bahsetmeye değer bir eser. Okumayanlara tavsiye etmek veya hakkında bilgi vermek için değil -çünkü bu çok saçma bir iştir- okuyanlarla hatırasını tazelemek için bu bahsi açmakta fayda var.
Yazar; İvo Andriç. 1892 yılında Bosna Hersek’te Travnik’de doğmuş, Zagrep ve Viyana’da eğitim görmüş, dışişlerinde görev yapmış, 1961 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü almış ve 1975 yılında ölmüştür. Bugün Bosna Hersek sınırları içinde kalan Travnik’de doğduğu ev müzeye dönüştürülmüş korunmaktadır. Bosna Hikâyeleri, Irgat Siman, Ömer Paşa ve Travnik Günlüğü diğer eserleridir. Bu eserlerin hepsi dilimize çevrilmiştir. Ama ülkemizde “Drina Köprüsü” ile tanınmaktadır.
Drina Köprüsü kurgu değil gerçek bir köprüdür. Drina; Sava nehrinin en büyük koludur. Drina ve Rzav akarsuları Vişegard adındaki büyükçe bir kasabada birleşirler. Köprü buradadır. Uzunluğu 180 genişliği 7 metre olan bu köprü Mimar Sinan eseridir. Kesme taştan yapılmış 10 kemerli gözü olan köprünün doğu tarafında halkın “Kapiya” dedikleri bir çıkıntı vardır. Romandaki şahısların hikâyeleri burada geçer. Kasabada yaşayan Ortodoks Sırpların, Katolik Hırvatların, Müslüman Boşnakların, Yahudilerin, gezginlerin, asker eskilerinin hikâyelerindeki ortak mekân bu kapiyadır.
Roman gerek anlatısındaki özgünlük gerek hikâyesindeki ilginçlik gerekse ileri derecede objektiflikle farklı kökenden insanların bir arada yaşama kültürlerini nasıl geliştirdiklerini anlatması açısından Nobel’i her bakımdan hak eden bir başyapıttır. Meşa Selimoviç’in “Derviş ve Ölüm” Panait İstrati’nin “Kodin, Baraga’nın Dikenleri, Arkadaş” gibi Balkan Edebiyatının baskın özelliklerini taşımaktadır. Bu eserler aynı zamanda o coğrafyadaki kültür çeşitliliğinin literatüre “balkanizasyon / böl ve yönet” terimini kazandıracak boyutta oluşunu da yansıtmaktadır. Nobel almaktan maada Emir Kustrika eliyle filme de çekilen bu romanda hafızaya kazanan birkaç sahne var.
Bunlardan birisi, Sultan’ın askerlerinin kasabaya gelip devşirme yapmaları, yaşları sekiz ile on arasında değişen çocukları saraya asker yapmak üzere toplayıp götürmeleri sahnesidir. Bir gün Sultanın askerleri civar köylerden sağlıklı ve zeki çocukları toplamaya başlarlar. Anneler çığlıklar içinde çocuklarını vermemek için direnirler. Başaramazlar. Toplanan çocuklar atların sırtındaki sepetlerin içinde ağlayarak arkada kalan annelerine bakarlar. Kervan salın olduğu yerden nehrin karşısına geçer, gözden kaybolup gider.
Bir tarafın kayıtsız şartsız hayranlığı diğer tarafın kayıtsız şartsız düşmanlığı yüzünden bir türlü rasyonel bir değerlendirme yapılamayan Osmanlı Devleti’nin uygulamalarından biriydi devşirme. Egemenliği altındaki topraklarda yaşayan halklardan topladığı çocukları özel bir eğitimden geçirip askerlik gibi yönetim gibi hatta sanat ve kültür gibi alanlarda yetiştiriyorlardı. Devşirmeler zaman içinde devlet hiyerarşisinde çoğunluğu teşkil ettiler. Devlet yönetiminin en üst noktası olan sadrazamlık makamında bulunan insanların toplam sayısının yarısından fazlası devşirmeydi. Paşaların, Mimarların, Mucitlerin, Denizcilerin, Topçuların hatta şairlerin devşirme olanlarının haddi yok hesabı yoktu.
Bu uygulamaya bütün meselelerde olduğu gibi iki zıt bakış açısı gelişti. Olumlu bakanlar, nasıl üstün bir devlet zekâsı olduğunu, nasıl adaleti ve liyakati esas alan bir işlem olduğunu söylediler. Olumsuz bakanlar, zaman içinde devşirmelerin asıllarına rücu ettiğini, bu yüzden içerden bu kadar çok hain yetiştiğini, zaten İslam’ın kuralları açısından bakıldığında devşirme işinin sorunlu olduğunu, ehli kitabın din değiştirmeye zorlanamayacağını iddia ettiler.
Bu tartışmanın detayları bir köşe yazısının hacmini aşar. İnsani açıdan baktığımızda roman annelerinden zorla koparılan çocukların feryatlarını kulaklarımıza taşıdığı için biz meseleye sadece bu açıdan bakmalıyız. Çünkü birey insandır, devlet değildir. Devlet acı hissetmez. Kuralları kendi koyduğu için kurallarla kendini sınırlamayı da istemez.
Yazar devşirilen çocukların ve yavruları kucaklarından zorla koparılıp alınmış annelerin feryatlarını kulaklarımıza taşımakla yükümlü olduğu için o köprünün yapılma emrini veren Sokullu Mehmet Paşa’nın da bir devşirme olduğuyla hiç ilgilenmez. Bir tarafta devşirilen çocukların dramı diğer taraftan devşirilmiş bir çocuğun devlette en yüksek makama çıkarak köyüne hizmet etmeye karar verecek imkâna sahip oluşunun çarpıcı gerçekliği arasında kalırsa doğal olarak insani tarafından meseleye bakacaktır.
Şimdi modern dünyanın, modern devlet anlayışının, modern toplum düzeninin katıksız hayranlığı içinde olanlar her meselede olduğu gibi bu meselede de geçmişe küfür ederek kendilerini rahatlatacaklardır. İnsanlık tarihini üçe bölerek açıklayan, Ogüst Comt gibilerinin izlerini takip ettikleri için, bunlar geçmişte kaldı, artık böyle şeyler yok çok şükür diyeceklerdir. Onlar için zaman düz bir çizgide hareket eder, geçmiş hep geçmişte kalmıştır, bir daha geri dönmez.
Oysa gerçek böyle değildir. Her şey sıkıcı bir şekilde tekrar eder. Her şey adeta icat edilmiş de adı konmamış veya gizlenmiş bir devridaim makinasının içindeymiş gibi hareket eder. Bunda bin yıl önce yaşamış herhangi bir insan da tıpkı bizim gibi acıkıyor, yiyor, hastalanıyor, âşık oluyor, pişman oluyor, ihanete uğruyor, umut besliyor, ağlıyor, acı çekiyor, mutlu oluyordu. Tek farklılık isimlerde.
İsimleri değişse de kendisi değişmeyen gerçeklerden koptuğumuzda sanal denen bir dünya yaratmış oluyoruz kendimize. Eskiden yalan denilen şeye şimdilerde “Post-Truth” denmesi yalanı yalan olmaktan çıkarır mı?
“İslam neden köleliği kaldırmadı” diye soruyor vatandaş, insanlık köleliği kaldırdı mı? Adını değiştirdi sadece. Köleler köle olduğunun farkında olmadıkları için neredeyse hiçbir sorun kalmadı. İçlerinden bir Spartaküs çıkma umutlarını bile kaybettiler. Cariyelik hakkında konuşanlar hiç konuşmasın zaten. Savaşlar keza. Eski savaşlarda “mübareze” dedikleri cengaverlerin ortaya çıkıp meydan okumalarıyla yapılan savaşlar şimdilerde terör örgütlerinin mübarezesi ile yapılmıyor mu?
Büyük paralar akıl almaz imkanlar hayal edilemeyecek hayatların vaadiyle ülkesini ve kimliğini terk edenlere istendiği kadar “beyin göçü” gibi yeni bir ad bulunsun. Sonuçta bu devşirmenin modern usulünden başka ne olabilir?
Tek sorun şurada, devşirilmiş olanlar daha güçlü olanı gördüklerinde yeniden devşirilmeye hazır olacaklardır?
Osman Hamdi Bey, Sakız adasında 1821 yılında çıkan isyanda ailesi isyana karışmış on beş yaşında bir Rum Çocuğunun oğluydu. Bu Rum Çocuğu bir paşa tarafından elinden tutulup İstanbul’a getirildi. Okutuldu, eğitildi, büyütüldü. Sadrazam İbrahim Ethem Paşa oldu. Osman Hamdi Bey var oluşu kutsal kitapların sayfalarını ayaklarının altına serptiği hamile bir kadının marifeti olarak betimlediği resmi yaparken belki de aklında hâlâ Sakız adasındaki mastika ağaçları vardı.
TT
Devşirme
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة