Siyasi hareketlerin ülkelerindeki yönetim üzerindeki hakimiyetleri genellikle iki faktörün sonucudur:
İlki; halk tarafından tercih edilmelerini sağlayan ekonomik, sosyal ve siyasi koşullar.
İkincisi; rakip siyasi hareket yahut hareketlerin halktan uzaklaşması ve onları ifade etmekten aciz hale gelmesi
Bazen bireyler de fark oluşturabilir. Karizma, lider ile halkı arasındaki o doğrudan ilişkinin doğmasına katkıda bulunabilir.
Birinci Dünya Savaşı’nı müteakip dünya, geleceğinde mutlu bir aşamaya girmiş gibiydi. Zorbalar, despotlar ve onlarla birlikte olanlar yenilmiş – savaşın kurbanları ve zayiatlarına rağmen- dünyanın tamamı, teknolojik gelişmelerin görüldüğü yeni bir aşamaya girmişti. Arabalar, uçaklar, sinema, radyo, günümüzde ortaya çıkan yeni araçlar gibi göz alıcı birçok araç ortaya çıkmıştı.
Öte yandan Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) ve onunla birlikte diğer kuruluşlar kurulduğunda, dünya kavramı istikrar kazanmış göründü. İstikrarlı bir uluslararası hukuk olduğu izlenimi verdi. Uluslararası sol ise demokratik sosyalist ile Marxçı komünist haraketler arasında bölündü. Komünistler Rusya’ya egemen olurken, demokratik sosyalistler işçi sınıfına ve güçlü sendikalarına dayanarak farklı ülkelerin meclislerinin ilk sıralarına sızdılar.
1929’daki Büyük Buhran, işsizlik ve yoksullukta önemli bir dönüm noktası oluşturdu ve sola güçlü bir ivme kazandırdı. Fakat gerçekte solun, başgösteren ekonomik krize, yoksulluğu herkese dağıtmaktan başka bir çözümü yoktu. Dağıtılacak bir şey kalmadığında ise kargaşa ve şiddetli protesto gösterileri başladı.
Versay Anlaşması ile küçük düşürülen Almanya, ödemek zorunda bırakıldığı büyük tazminatlar ve kaybettiği topraklardan dolayı zor şartlar altında yaralarını sarmaya başladı.
İşçi sendikalarının grev ve gösterileri durmadığı için farklı sol hareketler ardı ardına iktidara geldi. Aşırı sağ çizgideki Nazi hareketi, Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasında doğmuş olsa da 20’inci yüzyılın otuzlu yıllarına kadar Alman siyaset sahnesinin merkezinde yer alamayıp kenarında kaldı. Yıldızı yükselip 1933 seçimlerini kazandığında –İtalya’da faşizm kendisinden önce bunu başarmıştı- sol, seçmenleri adeta her yönden diğer tarafa yani sağa oy vermeye itiyordu.
Buna benzer bir durum bugün ABD, İngiltere ve onları takip eden Brezilya, Hindistan, İtalya, Polonya, Macaristan vb. diğer ülkelerde de yaşanıyor. ABD örneğinde, Başkan Donald Trump ve Cumhuriyetçi Partisi büyük bir çıkmazda. Yaklaşık bir yıl önce, ara seçimleri ve onunla birlikte Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluklarını kaybettiler (ellerinde Senato kaldı). Başkan, 2016 seçim kampanyası sırasında Rusya’dan yardım aldığı suçlaması ile başlatılan hukuki ve siyasi soruşturmalar nedeniyle büyük siyasi baskılar altında kaldı. Casusluk ve Demokrat Parti’nin çalışmalarını elektronik kontrol yoluyla gözetleme ve değiştirmekle suçlandı. Dahası, Başkan’ın kendisi de bilgileri gizleyerek adaletin sağlanmasını engellemeye çalıştı ve yardımcılarına bunun için baskı yaptı. Konunun yasal dayanağı ve soruşturmayı yürüten Mueller’in raporunun başlattığı kampanyanın temeli ne olursa olsun, Demokrat Parti ile çoğunluğu liberal solcu eğilimli olan ABD medyasının yürüttüğü siyasi saldırının özünde Başkan’ın azlini sağlamak vardı.
Bu saldırının birinci turu biter bitmez ikinci turu başladı. Temsilciler Meclisi’ndeki Demokratlar, suçlamanın Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu Senato’dan geçmeyeceğini bilmelerine rağmen Trump’ın azil sürecini başlattılar. Buna gerekçe olarak da Trump’ın, Ukrayna Cumhurbaşkanı ile yaptığı telefon görüşmesinde, rakibi Joe Biden’ın oğlu hakkında soruşturma başlatması karşılığında Ukrayna’ya yardım yapılması için yetkilerini kullanacağını söylemesi. Demokrat Parti’nin yürüttüğü soruşturmanın hukuki dayanağı ne olursa olsun ABD halkı, soruştırmanın Başkan’ı siyasi olarak hedef aldığını düşünüyor.
Aslında vergiler ve ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çıkması gibi birçok demokratik mesele, Demokratlara daha çok siyasi güç sağlayabilirdi. Ancak yukarıda bahsettiğimiz meselelere odaklanmaları masanın onların aleyhine olacak biçimde devrilmesine yol açtı. ABD kamuoyu, yapılan kamuoyu araştırmaları ile Başkan hakkında azil sürecinin başlatılmasına karşı olduğunu gösterdi. Başkan Trump da kararsız olan ve son seçimlerde sonucu belirleyen eyaletlerde çoğunluğunu korudu. Durumun Trump’ın lehine olacak şekilde kesinleşmesini sağlayan en önemli faktör ise, Demokrat Parti’nin aday adaylarının sağlık hizmetleri, ücretsiz üniversite eğitimi, üniversite öğrencilerinin borçlarının silinmesi gibi solcu programlara yönelmeleri oldu. Bütün bunlar daha fazla vergi ödeyeceği anlamına geldiği için ABD halkının daha çok sağa yönelmesine neden oldu. Zira ABD ekonomisi iyi bir durumda, göçü kısıtlamak ve vergilerin azaltılmasına yönelik güçlü bir istek var. Bunları da sol değil sağ gerçekleştirebilir.
İngiltere’de de durum farklı değil. AB’den ayrılıp ayrılmamak ülkenin ana meselesi haline geldi. James Cameron’un Muhafazakar hükümetinin, meseleyi çözmek için düzenlediği referandumda çok az bir farkla halkın çoğunluğu ayrılma lehine oy verdi. Ama aslında İngiliz halkı bu konuda bölünmüş durumda. Bu bölünme aile fertleri arasında bile görülüyor. Bu durum ülkenin iki ana akım partisi için de geçerli. Ancak İşçi Partisi’nin çoğunluğu AB’de kalma taraftarı iken Muhafazakar Parti’de çoğunluk, ayrılma taraftarı.
Bu köşede, eski Başbakan Theresa May ve halefi Boris Johnson’un çabalarından bahsederken ele aldığımız birçok ayrıntıya girmeden, İngiliz halkı en başından beri dile getirilen sonuca ulaştı diyebiliriz. Bu sonuç, kararı vermesi için halka başvurmak ve genel seçimler düzenlemek. İngiliz kamuoyunda, AB’de kalmaya yönelik kayda değer bir değişim olduğuna dair çok fazla kanıt olmasına karşın İngiliz İşçi Partisi’nin liderliği solcu eğilimli. Bu da ekonomide daha fazla devlet müdahalesi, işçi sendikalarının güçlenmesi, sağlık ve eğitim hizmetleri sistemi kısacası Margaret Thatcher’ın 40 yıl önce İngiliz ekonomisi ve toplumunda tetiklediği devrimin karşıtı bir devrim anlamına geliyor.
Bunun yanısıra İşçi Partisi kendisine Jeremy Corbyn ve John McDonnell’dan başka liderler bulamadı. Bu iki lider ise, tarihi olarak Marx ve Lenin, bugün ise eski Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in temsil ettiği Marksist solun tutkunlarından.
İngiliz solu içerisinde bu eğilimlerini ifade etmek için de Brexit meselesinin daha çözüme kavuşamadığı kritik bir anı seçtiler. Bu da İşçi Partisi’nin ekonomik ve sosyal programının ya da İngiliz sağcılarının Karl Marks’ın “Komünist Manifesto” kitabına atfen “manifesto” adını verdikleri programın oylanması ile sonuçlandı. Bu kitabında Marx, işçilere birleşme çağrısı yapmıştı.
Ancak son İngiliz kamuoyu araştırmaları, halkın tercihini ortaya çıkardı. Halkın büyük bir çoğunluğunun, Muhafazakar Parti’ye ve özellikle de içindeki aşırı sağ kanadı temsil eden ve Donald Trump’a benzeyen Boris Johnson’ı desteklediğini gösterdi.
Her halükarda İngiliz seçimlerine çok az bir zaman kaldı. Seçimler, 12 Aralık’ta düzenlenecek. Aynı şekilde ABD seçimleri de çok uzak değil. Gelecek yılın kasım ayında düzenlenecek olmasına karşın açık ve net sonuçları daha önce hem de Donald Trump’ın lehine olacak biçimde açıklanmış olacak. Çünkü Demokrat Parti, Bernie Sanders ve Elizabeth Warren akımlarına ve ABD halkını pek heyecanlandırmayan programlarına kapılmış görünüyor.
TT
Solun rahminden sağ nasıl doğar?
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة