Husam İytani
TT

Yönetimin sığındığı zorunlu söylem: İhanet

Lübnan’da iktidarı oluşturan güçler, halk hareketi başladıktan iki hafta sonra, siyasetçileri hedef alan ve yolsuzlukla suçlayan protesto dilini manipüle ederek azaltmayı başardı. Ekranlara çıkan politikacılar, göstericilerin söylemlerinden rahatsız olduklarını defalarca ilan ettiler. Göstericiler, değişime direnç dolayısıyla çaresiz hissettikleri için bu saldırgan dili tercih etse de, yöneticiler kişisel haklarına tecavüz edildiğini ve bir tür tezviratla karşı karşıya olduklarını ileri sürdü. .
Medya baskısının artması ve özellikle erke yakın milislerin bu saldırgan dili bahane edip göstericilerin kurdukları çadırlara saldırması, göstericilerin anarşizm hedefleyen serseriler olarak tanımlanması sonucu; halk hareketi, daha fazla bahane vermemek adına bir söylem değişikliğine gitti.
Yaklaşık iki hafta önce, protesto dilini kontrol çabaları yeni bir aşamaya evrildi, bu aşamada gösterici gruplarının toplanma hakları ellerinden alınmak istendi. İlk olay bazı göstericilerin Lübnan’ı bölgesel ihtilaflardan uzak tutma içerikli "tarafsızlık" semineri düzenlemek istediklerinde yaşandı. Bu seminer bazı çevrelerde ‘İsrail’le normalleşme’ amacı taşıdığı yönünde itham edildi, katılımcıları hain addedildi ve nihayet çadırları ateşe verildi. Bu olaya tepki amacıyla bir dayanışma gösterisi düzenlenmek istense de, katılımcı ve örgütleyiciler teşhir edilerek hainlikle suçlandı ve gösterinin düzenlenmesine engel olundu. Siyasetçilerin bu olaylarda dahli açıktı, nitekim birçok siyasi parti lideri açıklamalarında göstericilere müdahaleleri olumlayan bir dil kullandı.
Aradan birkaç gün geçmeden, Arap Baharı’nın Lübnan’a etkileri başlıklı bir başka seminer önce medya saldırısına uğradı ardından yasaklandı.
İronik olan; yönetimin istifa eden hükümetin yerine yeni bir hükümeti ikame etmekte başarısız olmasına rağmen önceliğini göstericilerin yasalarla terbiye edilmesi olarak görmesidir. Lübnan halkını bunaltan krizlerden çıkış için bu kadar zaman geçmesine rağmen sahici tek bir adım bile atılmaması göstericileri öfkelendirdi ve tekrar saldırgan bir dil kullanmalarını sağladı. İktidardaki siyasi taraflar da bunu bahane ederek göstericileri daha fazla suçlamaya başladı, çadırlara saldırılar arttı ve gösterileri sona erdirme amacıyla mezhepsel farklılıkların üzerine gidildi. 17 Ekim Devrimi’nin en önemli kazanımlarından biri, mezhepsel ayrımların dikkate alınmadan halkın bir bütün olarak tüm siyasi partilere başkaldırmasıydı. 
Yaşanan bu olaylar, yönetimdeki güçlerin halkın özgürlüklerini, özellikle ifade özgürlüğünü kısıtlamak için farklı yöntemlere başvurduğunu gösterdi. İktidar yanlısı medya, gösteri karşıtı yayınlarında sert bir dil kullanarak, protestocuları hainlik ve ajanlıkla suçladı, Filistin meselesini sömürerek İsrail’e yakın olduklarını ileri sürdü. Hassas bir konu olan Hizbullah’ın silahları meselesi etrafında göstericileri ayrıştırabileceklerini düşündüler ancak tüm bu meselelerin halkın talepleriyle hiçbir ilgisi olmadığı açıktı.
Protestocuları ihanetle suçlayan bazı meşhur yazarlar ilkokul düzeyinde Kolonyalizm ve Emperyalizm terimlerini ele aldılar. Bu yazarlara bakılırsa iptal edilen sempozyumlardan birinde konuşmacı olan Cilbir Eşkar ‘yerel bir muhbirdi’. Bu bir postkolonyalizm kavramıdır ve gelişmekte olan ülkelerdeki sözde aydınların batı sömürgecilerine bilgi vermesini kasteder.
Bu çocukça suçlamayı yapanlar, birkaç yıl önce Beşşar Esed Suriye halkını zehirli gazlarla ve varil bombalarıyla katlederken de aynı kavramlarla konuşuyordular.
Onlara göre Esed ‘batı karşıtı’ olduğu için ‘hainleri’ öldürmekte haklıydı, milyonlarca Suriyelinin onurlu gelecek istekleri ise pekâlâ görmezden gelinebilirdi. Henüz Lübnan’da sarin gazı ya da varil bombaları kullanılmış değil ancak maalesef Suriye ve Irak’ta göstericiler aleyhinde kullanılan dilin bir benzeri, iktidar koalisyonu sözcüleri tarafından burada da kullanılmaya başlandı.