Abdulgani el-Kindi
Suudi araştırmacı yazar, Kral Suud Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi
TT

Ortadoğu’daki ana eksenler ve aktörler

Ortadoğu bölgesi, ‘Arap Baharının’ patlak vermesinden bu yana tehlikeli ve önemli stratejik dönüşümlere tanık oluyor.
Bölge haritasının yeniden şekillendiriliyor, bölgede yer alan ana oyuncular arasındaki güç dengesi de yeniden düzenleniyor.
Kaynakların dağılımına ilişkin kurallar değişirken, bölgesel ve uluslararası nüfuz rolleri sarsılıyor.
Yeni güç dengeleri ise savaş ve barış ihtimallerini belirleyecek.
Tarihsel tecrübeler, iç savaşlar, devrimler ve halk ayaklanmalarının ardından, (istisnaları olmakla birlikte) ‘geleneksel güç dağılımı’ yapısını koruma ve muhafaza etme eğiliminde olan siyasi güçlerin ortaya çıktığını göstermekte.
Buna karşılık devrimci güçler, muhafazakâr ‘güç haritasını’ değiştirmek için çaba sarf ediyor.
Tarihe baktığımızda ise bu karşıt akımların varlığı, şiddet ile ve askeri çatışmalarla sonuçlanır.
Avrupa’da 17. Yüzyıl Savaşları, 1648 yılında Vestfalya Barış antlaşması ile sonuçlanmıştır.  19. Yüzyılda yaşanan ‘Napolyon Savaşları’, 1815’te Viyana Antlaşması ile son bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı ise Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına neden olmuştur.
Ortaçağlarda Avrupa, kral ve kilise arasındaki ittifaka dayanan bir ‘dini devlet’ biçimine tanık olmuştu. Laik ulusal kimlik oluşmadan önce, Hristiyan dini kimliği, bireyin devletle ilişkisi üzerinde egemendi. Dini devletin bu biçimi ve Hıristiyan kimliğinin Avrupalı ​​bireyin üzerindeki hâkimiyeti, yaklaşık otuz yıl süren şiddetli savaşlara yol açtı. Nihayet 1648'de Vestfalya Barışı olarak bilinen antlaşmanın ortaya çıkmasına veya modern ‘Vestfalya Devlet Sisteminin’ oluşmasına yol açtı. Bu anlaşma modern çağın başlangıcı olarak addedilmektedir. Bu antlaşma doğrultusunda, kral ve kilise arasındaki ilişki bağları koparılarak ‘dini devletin’ biçimi ve mahiyeti değişmiştir. Hukuksal ilkeler çerçevesinde, din ve siyaset arasındaki çatışmaya mani olma amacıyla ‘kilise ve kralın’ görev tanımları yeniden yapılmış, etki alanları belirlenmiştir. Bu bağlamda Vestfalya Devleti tanımı, söz konusu antlaşma çerçevesinde inşa edilen görece ‘sivil devlete’ işaret etmekteydi.
Bu anlaşma doğrultusunda, devletlerin egemenliği yeniden belirlenmiş, devletlerarası eşitlik prensibi ortaya konmuş ve bir devletin iç işlerine başka bir devletin, (siyasi, dini ya da herhangi bir gerekçeyle) karışmama prensibi oluşturulmuştur. Her devletin, kendi topraklarında mutlak egemenlik hakkı olduğu üzerinde uzlaşılmıştır. Devletlerarası ilişkilerde de, devletlerin resmi kurumlarının münhasır meşruiyete sahip olduğu ikrar edilmiştir.
Vestfalya Antlaşması, daha sonra tamamen laik temellere göre oluşturulan ‘ulusal kimliklerin’ yaratılmasının dayanağı olarak da görülebilir. Böylece belirli bir coğrafyada hayata gelen insanlar, dinlerine, dillerine ya da etnik kökenlerine bakılmaksızın eşit vatandaş olarak kabul edilecek, hukuksal, siyasi ve sivil hakları haiz olacaktır.
Daha sonra bu politik tecrübe küreselleşerek, modernize edilmiş ve Avrupa ülkeleri arasındaki bölgesel çatışmaları sonlandırma amacıyla, çağdaş dünyadaki tüm siyasi birimlerin oluşumu için birleşik bir siyasi model haline getirilmiştir. Böylelikle ‘modern devlet’ ülkelerin birbiri ile ilişkilerinde münhasır aktör haline gelmiştir.
Bu doğrultuda, Avrupalı sömürgeciler, Vestfalya Devlet Modelini, Osmanlı Hilafetinin çöküşünün ardından, Arap ve İslam devletlerine taşımıştır. Sykes-Picot uyarınca Arap ve İslam devletlerinin coğrafi sınırlarının ve faaliyet alanlarının belirlenmesinin ardından, daha da ileri giderek, Avrupalı anlamda “Ulus Kimlik” anlayışını dayatmışlardır. Bu anlayışa göre, sınırları belirlenmiş coğrafya içinde, ulusal kimlik, dini ve kültürel kimliğin önüne geçirilmiş ve bireylerin haklarını belirlemede yasal bir standart haline getirilmiştir.
Avrupa tarihindeki bu zamansal çelişki, ‘Vestfalya Devleti’ kavramı ile yakından ilişkili iki ana sorundan mustarip Ortadoğu ülkelerinin modern dönüşümlerinde kendini yeniden üretmektedir.
Birincisi; Avrupa devletlerinin içinden geçtiği süreçlerden geçmeyen Ortadoğu ülkelerinin, Vestfalya Devlet Sistemi üzerinden düzenlenmiş olması, yapısal kronik sorunlara yol açmıştır. Nitekim Ortadoğu siyasi tarihinde, ‘Ümmet’ anlayışı, ‘devlet’ anlayışının önüne geçmiştir. İslam Hilafeti, karar vericilerin toplum ve birey ile ilişkisini belirleyen ve düzenleyen tek model konumundaydı. Buna ek olarak, ‘dini kimlik’ bireylerin bilincinde ‘ulusal kimliğin’ üstünde yer almaktaydı. ‘Ulus devlet’ anlayışı, bireylerde, ulusal aidiyet ve dini aidiyet, devlet ve ümmet algıları arasında çatışmalara ve kimlik bölünmelerine yol açtı. İkinci olarak; ‘güç ve etkililik’ ile karakterize edilen ortak bir bölgesel çerçevenin belirlenmemiş olması kargaşanın süreğen hale gelmesine neden oldu. Arap Birliği dâhilinde, ulusal kaynakların esnek bir şekilde dağıtılması, kamu politikalarının koordinasyonu, politik rollerin tanımlanması, birleşik diplomatik çalışmanın teşvik edilmesi ve üye devletlerarasında görece derecede fikir birliğinin sağlanması mümkün olmadı. Üyeler arasındaki çatışmaları engelleyecek, anayasal kurumların etkisi de son derece sınırlıydı.
Bu iki neden (Yani merkezi devletin zafiyeti ve söz konusu coğrafyada etkili bir bölgesel organizasyonun olmaması) son derece tehlikeli sonuçlara yol açmıştır.
Öncelikle, bu politik zayıflık, dış güçler, bölgesel ve uluslararası eksenler tarafından suiistimal edilmiştir. Dış güçler kendi çıkarları doğrultusunda bölgede ‘yeni eksenlerin’ oluşumuna katkıda bulunmuştur.
Doğal olarak dış güçler arasındaki çatışma ve rekabetin Ortadoğu’ya yansımaları olmuştur. Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri ile temsil edilen, ‘güç dengelerini eski haliyle muhafaza etmek isteyen geleneksel ülkelerle’, ulusal stratejik hedeflerini gerçekleştirmek isteyen ve bu doğrultuda ‘bölgesel haritanın’ değiştirilmesi için çaba gösteren devletler karşı karşıya gelmiştir.
İkinci sonuç ise,  ‘Ulus Devlet’ anlayışını aşan ideolojik oluşumların ortaya çıkmasıdır. Ulus devletlerin egemenliğini reddeden, silahlı milis gruplar ya da ideolojik partiler, mevcut ‘merkezi devlet’ yapısını inkâr etmekte ve belirli hedefler doğrultusunda, ‘sınırlar ötesi’ bir anlayışı savunmaktadır.
Bu oluşumlar, Vestfalya Devlet Sistemini kabullenmemekte, tarihsel arka planı olan politik bir algıyla, ‘merkezi hükümetleri’ tehdit etmektedir. Sonuç olarak bölge ülkeleri, kendilerini bir yol ayrımında buldular, ya egemenlik ve vatandaşlık hakkına saygı duyan Vestfalya Devlet sisteminin çağdaş halini koruyacaklardı ya da parçalanmış bir devlet olgusuyla karşı karşıya kalacaklardı, daha doğrusu, egemenlik ve vatandaşlık haklarının ihlal edildiği ve devlete olan aidiyet bağlarının koparıldığı bir ‘anarşizme’ sürükleneceklerdi. Bugün Arap Baharı sonrası birçok ülkenin şahit olduğu trajik gerçeklik de tam olarak bu durumu göstermektedir.
Önceki iki sonuç arasındaki etkileşimin dinamikleri, bölgedeki güç dengesini, ana eksenleri ve temel aktörleri belirlemiştir. Bu aktörler, siyasi, diplomatik ve askeri olarak keskin bir rekabet ve çatışma içindedir.
Diplomatik yollarla önüne geçilmezse, bu aktörler arasında yeni bir savaş yaşanması muhtemeldir. Mevcut görüntü, Ortadoğu bölgesinde, her birinin farklı ideolojik sistemi ve farklı çıkarları olan üç ana eksenin varlığına işaret etmektedir.
Bu eksenlerin dünyadaki ‘güç dengelerine’ yaklaşımları, stratejileri ve araçları da farklılık arz etmektedir. Dünyada egemen olan ‘güç dengesine’ ve Vestfalya Devlet Sistemine yaklaşımıyla değerlendirirsek, söz konusu eksenleri ikiye indirmemiz de mümkün olacaktır. Eksenlerden biri; Ortadoğu’daki Vestfalya Devlet Sistemini zayıflatmayı ve ‘güç dengesini’ yeniden sağlamayı amaçlayan, İran-Türkiye-Katar eksenidir.
Diğer eksen ise, modern ulus devleti savunmakta ve geleneksel ‘güç dengesini’ muhafaza etmeyi amaçlamaktadır. Bu ekseni, Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri temsil etmektedir. Eğer üç eksenden bahsedecek olursak şöyle tasnif edebiliriz;

Birincisi; Tek taraflı eksen; İran Şii ekseni
Bu eksen, bölgedeki ‘güç dengesini’ yeniden tanımlamayı ve siyasi oyunun kurallarını, İran ‘molla rejiminin’ istekleri doğrultusunda değiştirmeyi hedeflemektedir.
Ulusal ve ideolojik arzuları doğrultusundaki stratejilerini gerçekleştirmek için iki vesileye başvurmaktadırlar:

  1. Nükleer silah edinme çabası,
  2. Silahlı milis gruplarını ya da ayrılıkçı siyasi partileri destekleyerek, bölgedeki ‘merkezi devletleri’ zayıflatma girişimidir. Bu girişime, Irak’ta Haşdi Şabi, Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Husiler, Suriye’de Şii milisler, Suudi Arabistan ve Bahreyn’deki Şii oluşumlar örnek olarak gösterilebilir. Gazze’deki İslami Cihad ve Hamas hareketleri de bu oluşumlara eklenebilir.

Dolayısıyla İran’ın stratejik hedeflerinden biri, Vestfalya Devlet yapısının dışında yer alan ve merkezi hükümetleri zayıflatarak, kurumlarını işlevsiz bırakan oluşumları desteklemektir. Böylelikle ‘politik boşluğun’ sınırlarını genişletmeyi hedeflemektedir. Zayıflayan devletler içinde edindiği konum ile yeni ‘güç dengelerinde’ ağrılık kazanmayı ve ideolojilerini etkisi altında olan devletlere dayatmayı amaçlamaktadır.  

İkincisi; Çift taraflı eksen; Türkiye-Katar ekseni
Bu eksen, Erdoğan hükümeti tarafından Katar devleti ile ittifak halinde yönetilmektedir. Bu eksen de aynı İran ekseni gibi, bölgedeki ‘güç dengesini’ değiştirmeyi ve ulusal devletleri zayıflatarak, siyasi ve güvenlik istikrarlarını zedelemeyi hedeflemektedir.
Bunun için de iki temel araç kullanır;
Birincisi, Medya aracılığıyla propaganda ve kamuoyunu etkileyen insan kaynaklarının devşirilmesi
Medya sektöründeki yüksek vasıflı elemanlar aracılığıyla ‘yıkıcı stratejilerinin’ uygulanması ve modern iletişim araçları ve teknikleriyle Arap kamuoyunun etkilenmesidir. Bu karşıt yayınların amacı, ‘merkezi devlet’ ile halkın arasının açılmasının sağlanması ve bireylerin manipüle edilmesidir. İkinci araç ise, dünyadaki ‘yumuşak güçler’ arasına sızmış Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketi üyelerinin desteklenmesidir. İhvan’a ait kapitalist oluşumların, medya ve yayıncılık sektöründe daha etkin yer alabilmesi, yazılı ve görsel basında daha aktif hale gelmeleri desteklenmektedir. Ayrıca köklü Batı üniversitelerindeki Ortadoğu Araştırmaları Enstitüleri de bu bağlamda desteklenmektedir. Örnek vermek gerekirse; Rıza Fali. Johns Hopkins Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Fakültesi Dekanı Rıza Fali, Harvard Kennedy School’da Uluslararası İlişkiler Profesörü Tarık Mesud, Oxford Orta Doğu Araştırmaları Merkezi’nde Tarık Ramazan, Yale Üniversitesinde Abdullah el-Avde ve diğerleri.

Üçüncüsü; Dörtlü eksen: Suudi Arabistan-BAE-Mısır-Bahreyn “Vestfalya Ekseni”
Bu eksen, Arap Baharı hareketlerinin ardından, Suudi Arabistan'ın önderliğinde, Mısır, BAE ve Bahreyn arasındaki ittifak ile oluşmuştur. Sadece bu eksen mevcut ‘güç dengesini’ muhafaza etmeyi amaçlamaktadır. Suriye ve Irak’ın düşmesiyle birlikte, denge unsuru sayılan Mısır’da da çalkantıların meydana gelmesi, Ortadoğu’daki güç dengelerinde köklü değişikliklere neden olmuştu.
Mısır ‘ulus devleti’ Suudi Arabistan ve BAE’nin müdahalesi olmasaydı düşebilirdi. Arap Baharının bölgedeki ‘güç dengesi’ üzerindeki en önemli etkisi, ‘stratejik siyasi ağırlık merkezinin’ Mısır, Irak ve Suriye gibi büyük Arap ülkelerinden, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerine kaymasıdır. Ağırlık merkezinin Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine kayması üzerine, stratejik sorunların hiyerarşisi de değişime uğramıştır. Ortadoğu’daki ‘merkezi sorun’ Filistin davası olmaktan çıkmış, ‘İran yayılmacılığı’ merkezi sorun haline gelmiştir. Kudüs’ün özgürleştirilmesi, siyasi sistemlerin İslamlaştırılması ve Müslüman Kardeşler’in yükselişinin yerini, sivil devlet ilkelerinin yayılması, ulusal kimliğin pekiştirilmesi ve devlet ile toplumun ilişkisini güçlendiren politikaların benimsenmesi almıştır. Bu süreçte meşruiyetin kaynağı, klasik aşiret, partizan ve dini değer referanslarından koparılarak, ekonomik başarılar ile ilişkilendirilmiştir.
Doğal olarak bu eksenin dış politika yaklaşımı, ‘klasik güç dengesinin’ geride kalan kazanımlarını korumak, bölgesel ve uluslararası devletlerin buluşabileceği tek meşru zeminin Vestfalya Sistemi olduğunu vurgulamaktır. Nitekim bu bağlamda, Suudi ekseninin üyeleri, bölgesel devletler sistemi dışındaki ideolojik inançları ve siyasi referansları benimseyen tüm siyasi hareketlerle savaşarak merkezi devletin sivil biçimdeki istikrarını korumayı hedeflemektedir.
Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, politik tutuklamalar, ifade özgürlüğünün zayıflaması ve demokratik hakların ihlaline dair soru yönelten Batılı bir gazeteciye şu yanıtı vermişti: “Batılıların ve Arapların bölgedeki olaylara yaklaşımı farklılık arz ediyor. Arap devletleri, istikrarı korumaya ve hayatta kalmaya çalışıyor. Batılı devletler ise, batı menşeli demokratik sistemlerini, kırılgan ülkelere uygulamaya çalışıyor. Oysa güçlü bir ‘merkezi devletin’ inşası, parlamenter demokrasiler için hayati önemdedir.”
Aynı bağlamda Suudi Arabistan Savunma Bakanı Yardımcısı Halid bin Selman, ABD merkezli bir medya kuruluşuna verdiği röportajda, “İran rejiminin desteklediği Şii milisler ile terör örgütü DEAŞ ve El-Kaide aynı madalyonun iki yüzü gibidir. Bu örgütler devletlerin egemenliğine inanmıyor, uluslararası hukuka saygı göstermiyor ve sınırların ötesine geçen ideolojiler benimsiyor” demişti. Suudi Arabistan 2030 vizyonuyla geleceğe yatırım yaparken, İran hala 1979 vizyonuyla hareket ediyor.
Ortadoğu’daki ana eksenler ve aktörler (2)