Remzi İzzeddin Remzi
Mısırlı büyükelçi ve BM eski yetkilisi
TT

Mısır, Türkiye ve Erdoğan’ın planları

Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarda iken Mısır-Türk ilişkileri zirveye ulaşmıştı. 2013 yılında bir makale yazmış ve ilişkilerin bu minvalde sürmeyeceği tahmininde bulunmuştum. İki İslam ülkesi arasındaki bu benzeri görülmemiş yakın işbirliği er ya da geç Ankara ile Kahire arasında bir rekabete dönüşecekti.
Makalenin yayınlanmasından birkaç ay sonra Mısır halkı ayaklanarak Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi iktidardan düşürdü. Bundan sonra Türk-Mısır ilişkileri de hızla kötüleşmeye başladı. Öyle ki, bugün iki ülke arasında, Libya’da doğrudan askeri çatışma yaşanması olasılığı bulunuyor.
Bütün bunlar, güçlü ikili ilişkilerin hem Türkiye’nin hem de Mısır’ın ulusal çıkarlarına hizmet edeceği ve bölgenin istikrarına önemli ölçüde katkıda bulunacağı bir zamanda yaşandı. Bu vesile ile, 40 yıldan fazla bir süredir görüştüğüm her Türk diplomatın bu görüşümü desteklediğini belirtmek isterim.
Mısır-Türkiye ilişkilerinin gelişme olasılığını araştırmak adına tarihe dönüp bu ilişkilerin seyrini takip etmenin önemli olduğunu düşünüyorum: Birinci Dünya Savaşı’na kadar Mısır, teorik olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Ancak gerçekte, 1805 yılından itibaren kendisini yönetme hakkına sahip olmuştu. Bu da onu pratikte bağımsız yapmıştı. Hatta Navarin Deniz Muharebesi ile İngiltere, Fransa ve Rusya müdahale etmeseydi İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu 1827 yılında neredeyse Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldıracaktı. Burada önemli olan nokta, 19’uncu yüzyıl başlarından itibaren Kahire ile İstanbul arasındaki ilişkinin – birçok Arap ülkesinin aksine- tebaiyet değil de eşitlik esasına dayanıyor olduğunun bilinmesidir. Bu, iki ülke arasında dengeli bir ilişki kurulması için uygun bir zemin sağlamaktadır.
O günden bu yana Mısır-Türkiye ilişkileri dostluk ve düşmanlıktan, kayıtsızlık ve ihmale kadar değişen dalgalanmalara tanık oldu. 20’inci yüzyılın doksanlı yıllarının başında ilişkiler kademeli olarak iyileşse de 2014 yılında Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarının sona ermesiyle birlikte yeniden ciddi bir biçimde kötüleşmeye başladı. O zamandan beri Türkiye, Mısır’ı çevrelemeye ve Arap hatta Afrika çevresinde yalnızlaştırmaya çalışıyor.
Bu çaba bana, cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın Kudüs’ü ziyaret etmesinden sonra Mısır’ı Arap çevresinden dışlamak amacıyla 1977’de kurulan “Direniş ve Engel Olma Cephesi”ni destekleyen Sovyetler Birliği’nin çabalarını hatırlattı. Fakat şu anda Türkiye o dönemde Sovyetler Birliği’nin olduğundan daha iddialı. Biri Katar diğeri Somali’de olmak üzere bölgede iki askeri üs kurdu. Sudan’da da böyle bir girişimde bulundu ama rejimin devrilmesi ile bu planı yarıda kaldı. Şimdi de Libya’da bir deniz üssü ile hava üssü inşa etmeye çalışıyor. Aynı şekilde dolaylı olarak Yemen’e de müdahale etmeye çalışıyor gibi görünüyor. Bütün bunlar olurken Suriye ve Irak’a askeri müdahalesini de sürdürüyor. Bu politikaların tamamının hedefi, doğrudan veya dolaylı olarak Mısır’ı çevreleme ve Ankara’nın Maşrık bölgesini kontrol etmesinin önünü açmaktır.
80’li yılların ikinci yarısında Moskova’da görev yapmış Mısırlı bir diplomat olarak, Moskova’nın Mısır’ı yalnızlaştırma politikasının başarısız olduğunu anlamasına dolayısıyla Kahire ile yeniden ama bu kez yeni ve gerçekçi temellere dayanan güçlü bir ilişki kurma çabalarının başlangıcına şahit olmuştum.
Dönemim süper gücü Sovyetler Birliği bile Mısır’ı yalnızlaştırmakta başarısız olduysa şimdi Türkiye’nin bunda nasıl başarılı olacağını bilmiyorum. Ancak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetimi altında Ankara’nın Mısır’a yönelik politikasını değiştirme şansının neredeyse bulunmadığını ne yazık ki kabul etmek zorundayım. Görünüşe bakılırsa Erdoğan’ın Mısır’a yönelik nefreti, Türkiye’nin gerçek çıkarları ile ilgisi olmayan ve kişisel boyutlara sahip bir meseledir. Bununla birlikte, Erdoğan’ın pragmatik bir politikacı olduğu biliniyor. Üstesinden gelemeyeceği zorluklarla karşılaştığında hesaplarını yeniden gözden geçirebilir.
Durumu daha karmaşık hale getiren şey, Türk toplumunda, oluşmakta olan yeni uluslararası düzende Türkiye'nin rolünün önemini abartan bir akımın varlığıdır. Bu akıma göre, büyük güçler (ABD, AB ve Rusya), bir yandan doğu ve batı, diğer yandan güney ve kuzey arasında bir denge noktası oluşturan (söz konusu akım buna inanıyor) Türkiye’nin yükselen gücünü sınırlamaya çalışmaktadır. Buna bağlı olarak söz konusu akım, Arap dünyasını, Türkiye’nin bu güçlere karşı koyması için bir platform oluşturabileceği bir arka bahçe olarak görüyor. Bu da, ne yazık ki modası geçmiş bir sömürgeci zihniyeti yansıtıyor.
Bu kompleksli durum karşısında, gelecekte Türkiye ile Arap ülkeleri arasında güçlü ilişkilerin temellerinin atılmasının önünü kesmemek için mevcut Türk politikalarının olumsuz etkilerini sınırlamak için harekete geçmek büyük önem arz ediyor.
Net olmak gerekirse, hedef, Türkiye’yi bölgede yalnızlaştırmak değildir. Aksine, arzu edilen sağlıklı ve gerçekçi bir temelde bölgeye entegre etmektir. Türkiye, önemli ve büyük ekonomik imkanlara sahip bir ülkedir. Türk toplumu, İslam ve Doğu dünyasında derin kökleri olan çağdaş bir toplumdur. Uzun vadede Arap ülkeleriyle karşılıklı yarar sağlayan bir ilişki kurması için Türkiye’nin bu avantajlardan yararlanmasına yardımcı olunmalıdır.
Siyasi cephede, Türkiye stratejik seçeneklerini belirlemelidir. Bunların ilki, AB’ye katılmak için çaba göstermeye devam etmek, ki bu şimdilik uzak ve ulaşılması zor görünen bir hedef. İkinci seçenek, yüzünü doğuya, Arap bölgesine çevirmek, hakimiyet yerine karşılıklı saygı ve bütünlüğe dayalı ilişkiler kurmak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni bir Osmanlı devleti inşa etme hayalini bir kenara itmektir. Türkiye, doğu ve batı arasındaki temel köprülerden biri olabilir ama tek köprü olamaz.
Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Arap dünyasına yönelik hayali planlarından kurtarmanın ilk adımı, Libya’daki Türk genişlemesine karşı koymakta yatmaktadır. Ankara şu anda etkili Arap ülkeleri ile dengeli bir ilişki inşa etmeye önem verdiğini kanıtlamak için gerçek bir sınav ve belki de son fırsatı ile karşı karşıya bulunmaktadır. Türkiye bölgeye yönelik müdahalelerini sürdürürse, bu hedefe ulaşmayı zorlaştıracaktır. Buna ek olarak, söz konusu politikaları AB ile ilişkilerine oldukça büyük zararlar verebilir. Bu yüzden, yapılması gereken, Arap ülkeleri ve AB’nin yanı sıra Rusya’nın ortak çaba harcayarak Türkiye’nin aşağıdaki gerçeklerin farkına varmasını sağlamaktır.
Birincisi; Arap dünyasıyla uzun vadeli istikrarlı bir ilişki kurma konusunda ciddiyse, Mısır ile ilişkilerini normalleştirmesi gerekiyor. Bu mümkündür ve söz konusu ilişki karşılıklı saygıya ve iç işlere müdahale etmemeye dayanıyorsa Kahire tarafından memnuniyetle karşılanacağına şüphem yok. Ancak, Kahire ile ilişkisinde güveni yeniden sağlamak için Mısır karşıtı medya kampanyaları için bir platform sunmayı bırakarak ilk adımı Ankara’nın atması gerekiyor.
İkincisi; bölgeye yönelik emellerinden geri adım attığını kanıtlamalıdır. Bunun ilk adımı da Libya’da BM gözetiminde bir siyasi uzlaşma sağlanması için mevcut tüm cephelerde ateşkesi kabul etmesidir. Libya’da kalıcı askeri üsler inşa etmekten ve dolaylı olarak da olsa Libya’ya hakim olma çabasından vazgeçmelidir.
Üçüncüsü; Türkiye, Suriye ve Irak ile sınırlarının güvenliği ve istikranın güvencesinin, sadece söz konusu ülkelerin topraklarının tamamındaki egemenliğine saygı duyması olduğunu kabul etmelidir.
Dördüncüsü; Avrupa ve Arap ülkeleri Ankara’nın enerji alanındaki abartılı talepleri karşısında elleri kolları bağlı durmayacaklardır. Türkiye’nin hedefi, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarındaki payını güvence altına almak ve gelecekte Libya’nın yeniden inşası sözleşmelerinden pay almak ise bu, sonu hesaplanmamış maceralara sürüklenmeden ilgili taraflar arasında yapılacak görüşmelerle düzenlenebilecek bir şeydir.
Son olarak; Ankara’nın bu gerçeklerin farkına varmasını ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politikalarını yeniden gözden geçirerek bölgesel taleplerini minimalize etmesini, böylece gelecekte Arap ülkeleri ile sağlam ilişkiler için kapıyı açık bırakmasını umut ediyorum. Çünkü bunun alternatifi, hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmanın yanı sıra durumun daha kompleks bir hal alması, öngörülebilir gelecekte Arap-Türk ilişkilerinde bir patlama yaşanması olasılığıdır.