Türkiye’de semboller üzerinden yürütülen kavgalar eskiden Kemalistler üzerinden yürütülürdü. Rejim ideolojik saflaşmada iç ve dış mihraklar söylemi üretir bu hedef gösterdiği toplumun farklı kesimlerini ötekileştirmeye yarardı. Ana hatlarıyla gayrimüslim azınlıklar, dindar muhafazakar kesimler ve Kürt kimliği hedefteki üç adresti.
Gün geldi devran döndü dindar muhafazakar kesim çevreden merkeze yerleşti. İktidar olan dünün dindar muhafazakarları yukarıda bahsettiğim semboller üzerinden yürütülen kavgalara son vermek yerine onu içselleştirdi. Rejimin kendisine dönüşen yönetim kadroları güçlendikçe geçmişlerinde önemli yer tutan sembollerin rövanşını almaya giriştiler.
Ancak bir fark vardı. Sembollerin rövanşının ideolojik bir hesaplaşmadan çok politik bir meşrulaştırma, güçten kaynaklanan zehirlenmelerin üzerini örtme aracı olarak kullanılmasıydı. Ayasofya’yı müzeye dönüştürenler arasında yer alan Celal Bayar’ın himayesinde kurulan ilk Atatürkçü Muhafazakar iktidar Demokrat Parti’ydi. Ezanı Arapça aslına dönüştürdüğünde Yolsuzluk, hırsızlık söylentileri ayyuka çıkmıştı. Yılmaz Çetiner’den okuyalım: “Ekonomik sıkıntılar, yolsuzluklar içindeydi ülke, döviz tükenmişti, dışalım için tahsisleri 4 bakandan kurulu döviz komitesi veriyordu. Demokrat Parti Meclis Grubu 29 Kasım Salı günü toplandı. Hava sessiz ama çok gergindi. Bazı Demokrat Parti milletvekilleri yolsuzluk olayları için kendi iktidarları aleyhine gensoru vermişler, hükümetten hesap istiyorlardı. İthamlar, gürültüler arasında önce Ticaret Bakanı Sıtkı Yırcalı kürsüye geldi, usulsüz, yolsuz hiçbir işlem yapılmadığını, döviz tahsisi yetkisinin döviz komitesinde bulunduğunu söyledi, gürültüler, laf atmalar devam ediyordu. Yırcalı, "Tahkikatın selameti bakımından istifa ediyorum. Ben koltuğa dört elle sarılacak adam değilim" dedi, kürsüden alkışlar arasında indi. Halbuki, Adnan Menderes kendisinden istifa edip bu kapıyı açmamasını ısrarla rica etmişti. Demokrat Parti Meclis Grubu müthiş bir coşku içindeydi, adeta ayaklanmıştı milletvekilleri. Başkan, oturumu bir süre tatil etti. Adnan Menderes fevkalade üzgün ve perişan odasına doğru giderken bağırıp çağıran, kolunu, omuzunu tutan partinin milletvekilleri ağır sözler sarf ediyorlardı. Bunlar arasında kısa bir süre önce liderlerinin karşısında önünü ilikleyen, yağcılık yarışında olanlar da vardı. Hele Fuat Köprülü gibi bakanlıktan ayrı düşen Menderes'in eski mücadele arkadaşları bu acı manzarayı zevkle seyrediyorlardı!
İşte bu arada Menderes'in milletvekillerini yatıştırmak için şöyle söylediği duyuldu:
“Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz!..”
Nasıl ki 28 Şubatçıların asıl derdi Atatürkçülük değil de hortumlanan bankalarsa, nasıl ki 12 Eylülcülerin derdi Atatürkçülük değil de baskıcı politikalarını Atatürk ile perdelemekse işte bu sembollerin de işlevi ülkede yaşanan gerçek gündem maddelerinin perdelenmesine yarıyordu.
Uzun yıllardır Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesinin hayalini kuranlara istedikleri hayal verilecekti. Buna derin uykuda olan kitleleri pış pışlamak da diyebiliriz. Öyle ki böylece ülkede yaşanan insan hakları ihlalleri, kötüye giden ekonomi, hukukun ayaklar altına alınması, yargının bağımlılığı, ehliyetsizliğin ve liyakatsizliğin sıradanlaşması gibi olumsuzlukları görmeyen, duymayan, bırakın gündemine almak haberi bile olmayan kitlelerin hayalleri okşanıyor ki uyanılmasın…
Ayasofya’nın siyasi bir gösteri çerçevesinde açılmasının tarihsel anlamı bu.
Bu “pış pışlama” kendi paralel evrenlerinde yaşayan ama bu ülkede yaşayan haksızlıkları, hukuksuzlukları, bizden başkasına uygulanan adaletsizlikleri görmeyen, bilmeyen, bilse dahi kulaktan dolma dolduruşlarla tevil eden kitleler gördükleri rüyada o kadar coşmuşlardır ki “Gerçek Hayat” ile ilgisi olmayan efelenmeler, rüya içinde yeni rüyalar görmek coşkular ve sloganlar atmak şeklinde bir şımarıklığa ve provakasyona dalga dalga yol açmakta.
Diyanet İşleri Başkanı’nın Ayasofya hutbesinde “lanet” içerikli hutbe vermesi, kılıçla hutbeye çıkması freni patlamış bir rüya coşkusuydu. Gerçek değildi çünkü ortada Cumhuriyet rejimiyle, Kemalizm’le bir hesaplaşma falan yoktu. Aksine Doğu Perinçek’inden MHP’sine, Soylu, Ağar, Çiller gibi Atatürkçü sağcı politik figürlerden oluşan bir iktidar bloğu var. “Atatürkçü ve Muhazafakar bir iktidar” gerçekliği gün gibi ortada. Bu yüzden rejim ve hükümetin içiçe geçmesi muhafazakar Erdoğan ile Kemalist devlet aklının ruh ve beden gibi mecz olması demek.
Ancak sağ-muhafazakar kitlelerin gazının alınarak pış pışlanması / şımartılması sırasında yol kazaları da kaçınılmaz.
Sembollerin hoyratça sömürülmesinin yol açtığı yol kazaları.
Hutbe, kılıç derken bir derginin Hilafet çağrısı da bunlardan biri.
Kutuplaştırma siyasetinin ürettiği bu rüya gördürme stratejisi bu yol kazalarına da yol açıyor. Dr. İbrahim’in Uslu’nun tespiti doğru: “Sarf ettiği tek cümle ile üzerinde tartışma olmayan Ayasofya konusunu gölgede bırakan Diyanet İşleri Başkanı, her zaman diri ve enerjik bir fay hattını harekete geçirmeyi başardı. İktidar açısından bakıldığında, kelimenin tam anlamıyla bir çuval incir berbat oldu...”
Birilerini rüyada tutayım derken birilerini de gerginlik içinde tutmanın ayarını tutturamayınca Türkiye’deki muhalefetin de karşı çıkmadığı, polemik konusu yapmadığı “Ayasofya açılışı” kartı Atatürkçü Muhafazakar iktidar bloğu içerisinde bir çatlağa, muhalefet bloğunda da eski laik-anti laik çatışma polemiğinin canlanmasına sebep oldu. Ayasofya kartı Lanet ve Hilafet polemiğine savruldu.
Sembolik Hilafet rüyası mı Doğu Halkları Birliği mi?
Hilafet’in geri getirilmesini isteyenlerin iseHilafet’in ne olduğuna dair elle tutulur bir teorileri ve tezleri yok. Çünkü “Gerçek Hayat”ta yaşamıyorlar.
Onlar sanıyorlar ki Ayasofya açıldığında, Hilafet ilan edildiğinde, İslam devleti ilan edildiğinde ülkedeki ve dünyadaki sorunlara bir çözüm getirilmiş olacak. Oysa altı boş, teorisiz ve pratiksiz sloganlardan ibaret olan bu istekler gerçekleşme olasıklıkları bir yana gerçek hayattaki yakıcı sorunların çözümsüzlüğüne katkı sağlıyor, gereksiz gerginlikleri ve kesimler arasındaki önyargı duvarlarını kalınlaştırmaktan başka bir işe de yaramıyorlar.
Hilafet özeline bakarsak. Hilafetin siyasi bağlamı Hz. Osman döneminin 2. yarısında başlayan çatlağın Hz. Ali döneminde bir iç savaşa dönüşmesi ve Muaviye döneminde ise askeri bir darbeyle hilafetin saltanata dönüşmesi ile son bulmuştu. Muaviye sonrası meşruiyetini Kur’an ve Sünnet’ten alan bir hilafet hiç var olmadı. Ama dönem dönem İslam’a uygun adil yönetimler var oldu.
Hilafeti kaldıran Mustafa Kemal değil Muaviye idi. Bunu görmek gerek…
Yüzyıllar boyunca eski dünya egemenliğini elinde bulunduran saltanat rejimlerinin zayıflaması ile güç ile bir arada tutulan Müslüman teba Batılı sömürgecilerin tebasına dönüşmeye başladığında Müslüman düşünürler “Hilafet” kurumunun antiemperyalist bir direniş seçeneği için tekrar ihyasını tartıştılar.
Sultan 2. Abdülhamid’in Hilafet’i tekrar örgütlemeye çalışmasının ardında da güçten düşen Osmanlı iktidarını pekiştirmek olduğu ortadaydı. (bkz. 2. Abdülhamid'in İslam Birliği Siyaseti, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Yayınları, İst. 2000)
Sonuçta tarihin yasaları hilafetin gerçekten işlevselleşmesi için yenilenmesi gerektiğini ortaya koydu. Sultanlar tarafından sembolik duruma düşürülen bir halifenin gerçek hayatta bir karşılığı yoktu. Doğunun Batı tarafından perişan edilmesi ve bu ağır yenilgiden kurtulmanın doğuya ait kurumların düşüncelerin toptan terk edilerek kurtulanabileceğine inanan, Batıya karşı Batılılaşarak kurtulmayı dillendiren ulusalcı söylemler iktidara geldiklerinde ise sadece sembolik bir kişiden ibaret kalan “Halife”yi de arkalarında bıraktılar.
Oysa yeniden Hilafeti tesis etmek isteyen ciddi, tutarlı çabalar da ortaya kondu. Örneğin 19 ve 20. yy’ın büyük müfessiri Reşid Rıza, Hilafet üzerine kafa yormuştu.(Bkz. Hilafet, Reşid Rıza, Mana Yay.)
O, Tüm İslam ülkelerinin BM ve Avrupa Konseyi gibi gerçekçi bir birlik çerçevesine organize olmalarını önermiştir. Reşid Rıza, Avrupa Birliği’ni göremedi. Açıkçası daha önce hayali görülen AB projesi Müslüman halklar için bir örneklik oluşturmaktadır. Her dönemde liderliği başka bir ülke almakta, ekonomik ve kültürel birliktelik yaşanmakta, ulusal sınırlar korunmakla birlikte sınırlar sembolikleştirilerek ortak seyahat ve para birimi gibi müştereklikler de yaşanmaktadır. “Teokratik bir din Birliği”nden ziyade dini, kültürel altyapısı olmakla birlikte gerçekçi bir ortak yaşam birliği oluşturulmuştur. “Hilafet” ve “İttihad-ı İslam” da Doğu’nun Müslümanı Hristiyanıyla bölgesel entegrasyonu ve şura, istişare merkezli bir üst yönetim olarak düşünülebilir.
Hilafet’ten anlaşılan nedir? Zevkü sefa alemleri yapan sultanların, istişare ve şuradan kopuk padişahların, şahların, despotların kuklası olmuş bir halife mi? Öyle bir Hlifet ilan ettiğinizde asıl rüyadan yeni bir kabusa uyanmış olursunuz.
“Hilafet”in Doğu Halkları Enternasyoneli, Uluslararası İslam ülkeleri birliği anlamına ayağa kaldırılması içinse Arap, Kürt, Fars, Türk, Malay, Afgan, Hint, Berberi, Boşnak, Arnavut vb. ulusalcı mantalitelerin, Ulus kimliklerin bu birliğe uyumlu hale getirilmeleri, AB idealinde olduğu gibi bir Birlik idealinin teorik inşası, pratikte ekonomik, kültürel ön işbirliği projelerinin tatbiki gerekir. Doğu halklarının aralarında emperyalistlerce ustalıkla inşa edilmiş önyargıların kaldırılması gerekir. İnsan haklarına, hakka ve hukuka dayalı bir adil sistem için güven veren bir hayat tarzı, siyaset dili gerekir. Sizden olmayan farklılıkları da kucaklayabilecek engine bir perspektif ile insanlığa örnek, vasat bir duruşa sahip olmanız gerekir. İşte “Gerçek Hayat”taki Hilafet çağrısı böyle bir şey. Diğeri ise rüyada gaz alma…
Bahsi edilen bu enternasyonel birlik çabası değerli olmakla birlikte ciddi, gerçekçi bir teoriye ve organizasyon planlamasına ihtiyacı vardır. Böylesi bir çaba ve gerçekçiliği içermeyen hilafet hülyaları ise slogan atmaktan öteye geçmeyecektir.
Dönelim pış pışlamaya. İslami grupların cemaatlerin böylesi uluslararası bir organizasyon için fikirsel, teorik ve Pratik bir çabası var mıdır? Hayır.
Atatürkçü muhafazakar iktidarı oluşturan ittifak unsurlarının böylesi bir vizyonu ve stratejisi var mıdır? Hayır.
O halde “Gerçek Hayat”tan kopuk bu tip çıkışların Hilafet gibi önemli bir konuyu da çar çur etmekten, toplum arasındaki suni gerginlikleri, vehim ve endişeleri kışkırtmaktan başka bir işlevi de yoktur…