Bülent Şahin Erdeğer
TT

Muhafazakarların günah keçisi: Selefilik

Eski Ahit'deki Kefaret Günü ayinlerinde Yahudi kavminin günahları simgesel olarak bir erkek keçiye yüklenirdi.
Bu keçi kurayla seçilir ve Azazel adlı kötü ruhu yatıştırmak ve Yahudi kavmini günahlarından arındırmak için Kudüs dışında bir uçurumdan aşağıya atılırdı.
Antik Yunanistan'da veba ve benzeri afetleri hafifletmek ya da önleme amacıyla günah keçisi olarak insanlar kullanılırdı.
Atinalılar, Thargelia Şenliği'nde bir kadın ve bir erkek seçilir, şölenden sonra bu çift kentte dolaştırılır, ince yeşil dallarla dövülüp kent dışına sürülür ve orada büyük olasılıkla taşlanırlardı. Böylece kentin bir yıl boyunca kötü talihten korunacağına inanılırdı.
Asıl suçluların, sorumluyken sorumsuzluk yapanların kendi günahlarını örtmek için uydurdukları “günah keçisi”nin öldürülmesi elbette sorunları çözmez, hastalıkları iyileştirmezdi. Sadece aptal yığınları kandırmaya, sorunların kangrenleşmesine yarardı...
O yüzden nerde bir günah keçisi varsa ona saldıranlara bakmalı.
Müslümanların süper güç olduğu dönemin ardından modernite, Müslüman coğrafyayı talan etmiş, ihtişamlı günleri arkadan bırakan geniş bir coğrafyayı kendi arasında paylaşarak sömürgeleştirmişti.
Bu zillet hali 3 farklı tavır doğurdu. Bir grup Müslüman düşülen bu durumdan bizzat Müslüman kimliğinin kendisini sorumlu tuttu ve teslimiyetin, düşmana dönüşmenin hayatta kalmak için en iyi yol olduğunu savunur oldu. Onlara daha sonra “modernistler”, “Batıcılar” denecekti.
İkinci grup ise tüm sorunun düşmanlarımızda olduğunu, yapılması gereken şeyin içe kapanarak elde olan ne varsa “muhafaza” edilmesi gerektiğini, madden güçlenerek tekrar o eski ihtişamlı günlere döneceğimizi bu sebeple gelenekleri koruduğumuz takdirde Allah'ın Mesih ve Mehdi gibi kurtarıcı önderlerini göndereceğini savundu. Onlara da “gelenekçiler”, “muhafazakarlar” denecekti...
Üçüncü grup ise dış düşmana teslim olmadan bir iç yenilenme ihtiyacının elzem olduğunu, düşmanın iç hastalıklarımız sebebiyle güç dengesini tersine çevirdiğini belirtmiş, teoride ve pratikte "öze dönüş" çabalarıydı.
Bizi kurtaracak olan ne düşmanlarımız ne de muhayyel kurtarıcılardı bizi sadece biz iman ve amelde güçlenirsek, zihnimizi vahiy ve içtihadla yenilersek bizi sadece biz kurtarabilirdik. Bu son gruba da “Islah hareketi”, “Selefi hareket” gibi isimler kondu...
İslam mezhepleri tarihi bağlamında Selefilik ilk büyük yenilgi olan Moğol istilası bağlamında Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiyye'nin çabalarıyla ortaya çıktı.
İbn-i Teymiye ve öğrencisi İbn-i Kayyım el-Cevziyye yozlaşmış geleneğe, taklitçiliğe ve hurafelere karşı ilk kaynaklara dönmeye çağırıyorlardı.
Elbette bu iki alimin mensup oldukları Sünnî-Hanbelî ekolün rengi, tarzı bu çağrıya sinmişti.   
Selefîlik daha sonra karşımıza Cemaleddin Afgânî ve öğrencileri Muhammed Abdûh ve Reşîd Rıza ile karşımıza çıkıyor. Bu sefer Müslümanların nihai yenilgisi İngiliz sömürgeciliği ile tamamlanıyor.
El-Menâr Ekolü, sosyal tefsir akımı, neo-Selefilik gibi adlandırmalarla anılan kendilerini “ıslah ekolü” olarak tanımladıkları bu akım Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır başta olmak üzere Bosna'dan Endonezya'ya kadar sömürgecilik karşıtı tüm kurtuluş hareketlerinin devrimci teorisi haline geliyor.
Islah çizgisi Türkiye'de Mehmet Akif Ersoy ve Said Halim Paşa gibi isimleri etkilerken, Azerbaycan'dan Doğu Türkistan'a kadar Türk kurtuluşçularını bilinçlendiriyor.
İran'da usuli ulemayı ve Ali Şeriati gibi aydınların yetişmesine vesile oluyor. Aliya İzzetbegoviç'ten Hasan Turabi'ye, Ömer Muhtar'dan Mevdudi'ye son yüzyılda yetişmiş Müslüman düşünür ve önderin büyük çoğunluğu "neo-Selefi" bu ekolden...
İşgal ve sömürgeciliğe karşı o bölgenin yerel direniş fıkhını oluşturmak, İslam teolojisini Kur'an'a göre yenileyerek hurafeleri ayıklamak, düşünsel tıkanıkları içtihad kapısını açarak aşmak...
Selefilik böylesi geniş bir coğrafyada dallanıp çeşitlenirken bir damarı Sünni-Hanbeli kalıplara sıkışıp kaldı. O kalıplar Selefî söylemin doğduğundaki dinamizmin tam aksine bir düşünsel donukluğa doğru evrildi.
Bu donukluk tam da İbn-i Teymiyye ve İbn-i Kayyım'ın mücadele ettiği taklitçilik ve taassubun kendisine dönüştü. Ancak tüm Selefi akımlar aynı seyri izlemedi.
Selefiliği kendisine yönelik tehdit gören muhafazakarlık ise bu yenilenme ve öze dönüş çabalarını modernistlikle, sapkınlık, mezhepsizlik, ajanlıkla itham etti. İşte günah keçisi de böyle doğdu...
Selefiliğin  18’nci yüzyıldan bu yana çeşitlenmesi onun hem ilimler alanında hem de siyasi hareketler alanında hem olumlu hem olumsuz kollar doğurmasına yol açtı.
Örneğin taklitçi, mutaassıb donuk kimi Selefi dini akım ve siyasi hareketlerden tekfirci uçlar açığa çıktı. Tekfirciliğin yukarıda belirttiğim Selefi davetin özüne tamamen zıt olduğunu belirtmek gerek.
Dolayısıyla “öze dönüşçü” yenilenmeci akılcı/içtihadçı olmayan rivayetçi/taklitçi bir Selefiliğin bizzat kendisi Selefiliği tüketmekte. Bunu IŞİD gibi aşırı uçlardan görüyoruz.
Muhafazakarların ve modernistlerin sorunu da tam burada. Onlar bu bariz farkı görmeden bir genellemeye giderek tam bir Self-Oryantalizm örneği oluyorlar.
20 ve 21’nci yüzyılda İngiltere'den ABD, Rusya ve Çin'e devrolunan emperyalizmin vahşi işgal ve baskılarına karşı direniş hareketlerinin Selefiliğin farklı renklerinden teşekkül etmesi tesadüf değil.
IŞİD gibi Selefiliğe yabancılaşmış aşırı bir ucun dahi Irak'taki ABD-İran çıkar ortaklığının bölge halkına yaptığı zulümler sebebiyle taban bulduğunu hatırlatmak gerek.
Self-Oryantalist yaklaşımlar ise Selefi/Öze Dönüşçü hareketlerin bir proje olduklarını, Dini tahrip ettiklerini ileri sürmekte. Buna karşı da tasavvufçu cemaat ve tarikatların güçlendirilmesi gerektiğini savunmaktalar.
Oysa bu iddia gerçeği yansıtmıyor. Evet işgalcilerle işbirliği yapan Selefi akım, örgüt ve güçler mevcut. Ama bu tüm Selefiliği tarihteki tüm Selefi çabaları kapsamıyor.
Aksine egemen güçler gerek muhafazakar gerek modernist gerekse de ıslahçı çizgilerden kendilerine partnerler bulabilirken bu 3 ana akımdan karşıtlar da buluyorlar.