Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Joe Biden Obama’dır

3 Kasım’daki büyük seçimin yaklaşmasıyla ABD’nin durumunun ve sonuçlarının gittikçe daha fazla konuşulması doğaldır. Arap basını ve televizyon kanalları, Beyaz Saray’ın yeni sakininin ve ABD Kongresi’nde her iki partiden birinin elde edeceği çoğunluğun, Ortadoğu’daki politikaların bağlamını etkileyecek olması nedeniyle seçimleri tartışmaya daha fazla zaman ayırmaya başladı.  Bir yandan Cumhuriyetçilerin, özellikle de görevdeki Başkan Donald Trump'ın iktidara döneceği umudu, diğer yandan Joe Biden’ın iktidara ulaşmasından duyulan korku var. Bazı yorumlar Biden’ın dönüşünün, Obama’nın politikalarını, özellikle de başarısız olduğu iki ana dosyada geri getireceğini düşünüyor. Bu iki dosyanın birincisi, İran’a karşı pozisyondur. Diğeri ise sözde Arap Baharı sırasında ve sonrasında yönetiminin yaptığı gibi, bazı muhafazakar güçlerin Arap bölgesinde iktidarı ele geçirmesini sağlamaya yönelik tavırdır.
Gerek ikinci ve korkuya dayalı hipotez gerekse Cumhuriyetçilerin geri dönüşünü uman birincisi olsun, her ikisi de gevşek bir bilgi zemininde duruyor ve yalnızca Ortadoğu'daki dosyalara yönelik tarihsel analizlere güveniyor. Geçtiğimiz 4 yıl içinde köprünün altından çok suların aktığını ve bunların ister İran’ın kabadayıca politikaları, isterse Arap Baharından umulanların çoğunun başarısız olması açısından olsun sahnenin tamamını etkilediğini görmezden geliyorlar. ABD tarafı, Ortadoğu’daki birçok jeopolitik unsurun etkileşimini biliyor ya da anlıyor gibi görünmüyor. Bunun aksi de Arap tarafı için geçerli. Her iki taraf da sahneyi kendi arka planları, eski analiz yöntemi ve önyargıları ile ele alıyor.
Modern ABD-Arap ve Körfez ilişkilerine tanıklık edenlerden biri de “el-Veziril Murafek” (Refakatçi Bakan) adlı kitabıyla merhum Ghazi el- Gosaibi'dir. Kendisi farklı zamanlarda ABD-Arap ilişkilerine tanık olmuş birisidir. Burası uzun uzun anlatmanın değil kısaca bahsetmenin yeri olduğu için Gosaibi’nin kitabında, ABD tarafının Arap tarafına ilişki bilgisinin zayıf olduğunu ve bu bilgisizliğinin had safhaya ulaştığını göstermek için verdiği örneklerden ikisine yer vereceğiz. Gosaibi söz konusu kitabında şöyle der: “Nixon yönetiminin sonuna doğru 1974’te, Suudi Arabistan’ı ziyaret etti. Konuşma yapacağı törende neredeyse (ve çevirmen sağduyusu ile buna engel olmasaydı) ev sahibi merhum Kral Faysal ile İkinci Faysal’ı birbirine karıştıracaktı. Keza Nixon’a eşlik eden üst düzey isimlerden biri de, Nixon’un görev süresi bitene kadar görevinin başında kalacağını ve Watergate skandalıyla ilgili tartışma ve iddiaların onu etkilemeyeceğini Suudilerin kulağına fısıldamıştı, ama Nixon birkaç hafta sonra istifa etti.” Verdiği diğer örnek ise şudur: Beyaz Saray’da verilen bir öğle yemeği sırasında, önemli bir Kongre üyesinin yanına oturmuştum. Kongre üyesi bana, Irak şahının Beyaz Saray’ı ziyareti sırasında bu güzel salonda bulunduğunu söyledi. Ben de ona “Sanırım İran şahını kastediyorsunuz?” dedim. Kongre üyesi: “ İran şahı Muhammed Rıza Pehlevi’yi tanımıyorum. Ben Irak şahını kastediyorum!” karşılığını verdi. Gosaibi bildiğimiz alaycılığıyla şu yorumu yapıyor: “Sanırım Kongre üyesinin devirdiği beyaz şarap kadehleri nedeniyle kafası karışmıştı!”
Yakın tarihte, buna benzer çok sayıda yanlış anlaşılma veya bilgi eksikliği, hatta iki tarafın imajıyla ilgili yanlış haberler görebiliriz ve belki de bu normale yakın bir şeydir. Son olarak Başkan Trump, Ortadoğu’dan bazı liderlerin ABD ziyaretleri sırasında birçok hatalı bilgiyi tekrarlamıştı ve konuklarının utanmaları onu düzeltmelerini engellemişti. ABD, büyük bir ülke ve dünya geneline uzanan çıkarları ve ilgileri var. Ne varki son yıllarda, kendisini neredeyse bölünmenin eşiğine getiren iç ekonomik ve toplumsal sorunlarla meşgul oldu ve birçok bölgede felaketlerle sonuçlanan politikaları destekledi. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesine yönelik direniş, son olarak Irak’ın işgali, hatta Arap Baharı sırasında izlediği politika bu felaket politikalarının örnekleridir.
Obama’nın birinci başkanlık döneminde dışişleri bakanlığı görevini üstlenen Hillary Clinton’ın yakın bir zamanda internette dolaşan e-postaları, söz konusu postaların ne anlama geldiğine dair aceleci bir yorumlar fırtınası başlattı. Demokratların Beyaz Saray’a geri dönmeleri olasılığına karşı yeni bir korku yarattı. Bazılarına göre Demokratların kaotik olan tutumlarının tekrarlanacağına dair bir endişe doğurdu. Obama döneminin Ortadoğu'ya yönelik rasyonel yaklaşımını anlamak için iki faktörü anlamak gerekiyor. Bu iki faktör, ABD’nin yaşadığı biri politik diğeri ekonomik iki hadisedir. Bunların ilki, modern teknoloji ve kaya petrolü ile enerjide kendine yetme kapasitesine ulaşma, ikincisi, Afganistan bataklığına battıktan sonra Irak’ta bir tür iç savaşa karışmaktır.
Bu iki hadise, bilhassa temel meselenin (Filistin) bir çıkmaza girdiğini gördükten sonra yönetimi, Ortadoğu’da geniş ve aktif müdahalelerde bulunmaktan vazgeçmeye itti. Bu nedenle, Arap Baharı olayları ABD yönetimini ve hatta Washington'daki düşünce platformlarını şaşırttı. Bu şaşkınlık kafalarını karıştırdı ve bazıları, az da olsa istikrarın korunmasının, siyasal İslam güçlerinin iktidara ulaşmasına izin vermek, onları teşvik etmek veya görmezden gelmekten geçtiğini söyler hale geldiler. Bu düşüncede olanlara göre, söz konusu güçler (ılımlılığa) daha yakınlardı ve özellikle bir ağırlığa sahip Arap ülkelerinde, dini sloganlar altında İsrail ile (bir tür barışı) pazarlayabilirlerdi. Bu fikir, Trump döneminde bile, ufkun gerisinde de olsa hala varlığını koruyor.
Obama yönetimi olaylarla bu arka plana göre etkileşime girdi ve elinin altında başka planlar yoktu. ABD, birçok bölgede iki düzenli ordu arasındaki doğrudan savaşı kazanabilir, ancak çoğu zaman uzak yerlerde ve hatta sınırlarına yakın yerlerde (Küba’da olduğu gibi) uzun bir iç savaşa girişemez. Ekonomik yaptırımlar uygulayabilir ama siyasi etki söz konusu olduğunda, bu şüphelidir. Dolayısıyla mantığa en yakın olan şey, bir sonraki yönetimin, bir Demokrat yönetimi olsa bile, kendisini yerel oyuncuların güçlerine, enerji politikalarında eşgüdüm başta olmak üzere hala etkili olan çıkarlarına göre konumlayacağıdır. Enerjide eşgüdüm söz konusu olduğunda da ABD, Suudi Arabistan’ı es geçemez. Enerji uzmanlarının bildiği gibi bu alanda küresel düzeyde üç oyuncu vardır: ABD, Rusya ve Suudi Arabistan. Buna ilaveten, Çin ile endüstriyel ve ticari rekabet; özellikle de küresel ekonomiye ölümcül bir darbe indiren korona pandemisinden sonra,  yaklaşan rekabetçi satranç oyununda Ortadoğu pazarlarını önemli bir "at" haline getiriyor. Bu nedenle, ABD seçim sonuçları sebebiyle "iyimserliğe veya karamsarlığa kapılmak " abartılı bir tutumdur ve okumada bir yetersizliğe işaret etmektedir.
Arap ülkelerinin ve özellikle de Körfez ülkelerinin ABD'nin politikalarıyla etkileşimde başarısız olduğunu belirtmek büyük önem taşımaktadır. Örneğin İran ile mevcut yönetim arasındaki yoğun düşmanlık sırasında bile, Körfez ülkeleri, çıkarlarını savunan etkili bir "lobi” kurmak için hiç çaba sarf etmedi. Buna karşılık, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, New York'taki Dış İlişkiler Kurulu platformun daimi konuğu oldu. Aynı şekilde akademisyenler, uzmanlar ve hatta İran ile ticari ilişkileri ve çıkarları olan tüccarlar bile yetkililerle iletişim kurmaya ve açıklamalar yapmaya çalıştılar. Ancak, belirttiğimiz gibi Washington’daki düşünce kuruluşlarının sahnesinde, etkili bir Arap ve Körfez aktivizminden eser yok.
Son olarak; John Bolton’ın “The Room Where It Happened” adlı son kitabında anlattığına göre, Trump, Finlandiya’nın Rusya’nın bir parçası olduğuna inanıyor ve İngiltere’nin bir nükleer güç olduğunu bilmiyor.