Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

İran'ın milisleri ve yıkımla övünme!

İran’ın Lübnan'daki silahlı partisinin lideri on yıldan fazla süredir Arap ülkelerindeki yıkımdan bahsedip duruyor. Bu yıkıma İranlı milisler sebep oldu ve yarattığı korkular bugüne dek artarak devam etti. Liderin konuşmaları diğer teröristlerin konuşmalarından farklıdır. Yaptığı her yeni konuşma eskisini unutturuyor. Konuşmasının içeriğini her seferinde mübalağalı sözler, iftiralar ve yalanlar oluşturuyor. Kasım Süleymani'nin Amerikalılar tarafından öldürülmesinin ikinci yıl dönümü münasebetiyle yaptığı son konuşmasında, ABD'yi Irak'a dönmek için DEAŞ’ı ortaya çıkarmakla suçladı. Fakat konuşmasının farklı bir yerinde benzer suçlamayı Suudi Arabistan'a da yöneltti.
Dünyadaki tüm uzmanlar ve stratejistler, DEAŞ’ın ortaya çıkışını Suriye'deki Esed rejimine ve Irak'taki Maliki rejimine bağlıyor. Aynı şekilde Obama yönetiminin önceliğinin, 2015 yılındaki nükleer anlaşmanın başarısı olduğunu ve yönetimin Suriye ve Irak’ı vermek pahasına İran’ı ve müttefiklerini ‘memnun etmeye’ çalıştığını söylüyor. Amerikalılar, İran'ın ‘Irak ve Suriye'deki kazanımlarını korumak için’ daha önce El-Kaide ile yüzleştikleri gibi DEAŞ ile de yüzleşmek zorunda kaldılar. Çünkü anlaşmanın sonsuza kadar devam etmesini istediler. Süleymani, Putin'i Suriye'ye müdahale etmeye ikna etmekle övünüyordu. Çünkü İran, Esed’in yanında üç yıl süren savaşının ardından onun parçalanmış rejimini korumayı garanti edemedi. Fakat Süleymani şunu sormadı: Amerikalılar Rus müdahalesine ve rejimin vahşetine neden göz yumdu? Ayrıca Nasrallah, Süleymani ve kendisi adına DEAŞ ile savaşmakla övünüyor. Oysa, DEAŞ’ın yenilgisinin ABD liderliğindeki uluslararası koalisyon uçaklarının eliyle olduğunu herkes biliyor. Bunu söyleyen yalnızca ABD ordusu da değil, bilakis birkaç gün önce Irak Başbakanı tarafından operasyonun sona ermesi vesilesiyle de söylendi.
Öte taraftan Suudi Arabistan Krallığı başta olmak üzere birçok Arap ülkesinin DEAŞ’a karşı hava kuvvetleriyle ilk müdahale eden ülkeler arasında yer aldığı da açıklandı. DEAŞ’ı ortaya çıkaran ABD’liler ya da Suudi Arabistan değil, bilakis İran yanlısı rejimlerin Suriye ve Irak’ta halka karşı yürüttüğü soykırım ve katliam operasyonlarıydı. DEAŞ’ın ortadan kaldırılması veya iki ülkeden ihraç edilmesiyle birlikte Esed güçleri, İran milisleri ve Irak'taki İran destekli Haşdi Şabi Güçleri bu tahrip edilmiş bölgeleri işgal etmek için geldi. Adil olmak ve gerçeği söylemek gerekirse Suriye'nin kuzeyindeki ve Irak'ın bazı bölgelerindeki Kürtler, sahada DEAŞ’a karşı Esed güçlerinden, İranlı milislerden ve Hizbullah'tan çok daha fazla savaştı.
Peki, DEAŞ ve El-Kaide’ye karşı mücadeleye ilişkin bu uzun anlatının sebebi nedir? İranlıların, Esed’in, Nasrallah’ın, Haşdi Şabi’nin ve Irak'taki Şii yönetimin önce ABD’ye, sonra Rusya’ya sığınmaları ve suçlarını terörle mücadele bahanesiyle örtmeye çalışmasıdır. Ey Nasrallah! Eğer Süleymani, Esed, Fatımiler ve Zeynebîler ile birlikte terörizmle savaşıp muzaffer olduysanız, Irak'ta 5 ve Suriye'de 12 milyon insanı kim yerinden etti? İki ülkede yüz binlercesini kim öldürdü?
Terörist milis liderinin her konuşmasının, her seferinde artan iftiraları sebebiyle bir öncekini unutturduğunu söyledim. Suudi Arabistan’a ve Araplara karşı bu şiddetli nefretin uzun tarihinin unutulmaması için şunun hatırlatılması gerekir: Milis lideri defalarca Suudi Arabistan’a karşı mücadelenin İsrail'e karşı savaşmaktan daha önemli olduğunu söyledi. Aynı sözleri Suriye'deki mücadele için de sarf etti. Lübnan Cumhurbaşkanı'nın ordunun zayıflığı (!) nedeniyle Lübnan’ı İsrail'den koruma görevinden sonra terörle mücadele görevini Hizbullah’a verdiğinde, liderinin ‘Lübnan ordusunun Arsal’da savaşmasına izin vermeyi reddettiğini’ de hatırlayalım. Hizbullah ve Suriye rejimi, DEAŞ’lı olduğu iddia edilen düzinelerce kişiyi sahiplendi. Nasrallah, Süleymani ve Esed’in terörizme karşı mücadelesi, İran’ın milislerinin Yemen, Lübnan, Suriye ve Irak'ta yaptıkları gibi, o zavallı ve rehin alınan ülkelerin halklarına karşı bir mücadeledir.
Nasrallah'ın konuşması, İsrail söz konusu olduğunda, düşmanın angajman kurallarını çiğnediği suçlamalarını mutlaka içerir. Araplar söz konusu olduğunda ise herhangi bir kurala bağlılıktan dem vurulmaz, bilakis vakıada her zaman saldırgan sözler ve düşmanca eylemler vardır. Liderin son konuşması iki kısımdan oluşuyordu. İlk kısımda Süleymani'yi hak etmediği ve yapmadığı şeyler için övdü, ikinci kısımda ise Suudi Arabistan’a ve Araplara karşı nefret ve iftira kustu. İlginçtir ki bir süredir İsrail’i ve zaman zaman da ABD’yi unutuyor. Her seferinde Krallığa kin kusuyor. Amerikan güçleri tarafından öldürülen Süleymani'nin anısına yaptığı son konuşmada da suçlamalardan en büyük payı Krallık aldı!
Viyana görüşmeleri çok yavaş bir tempoda ilerliyor. Ancak gözlemciler anlaşmaya dönüleceği yönünde değerlendirmelerde bulunuyor. Bu sebeple Nasrallah, İran'ın istediği gerçekleşmediği takdirde olacaklara dair ABD’yi uyarmakta ısrar ediyor. Krallıkla ilgili hikâyeye gelince aslında bu, Humeyni devriminden bu yana İran'ın Araplarla olan hikâyesidir. İran birkaç Arap ülkesine girmeyi başardı, ancak Krallığın kararlılığı ve liderliği nedeniyle Arap Yarımadası'na giremedi. Hizbullah liderinin her yeni konuşmasında daha iyi bir performans gösterdiğini, eskisini hiçbir şekilde aratmadığını söyledim. Fakat “Suudi Arabistan'da çalışan Lübnanlıların rehine olduğu” iddiasıyla artık kendini aştı.
Nasrallah'ın geçmişe ve bugüne dair son konuşmasında yer alan tüm bu fanteziler, kontrolü altındaki Lübnan halkının içinde bulunduğu sefil durumun yanında Lübnan halkının omuzlarına sorumluluklar yüklemektedir. Çünkü Hizbullah’tan ve silahlarından kurtuluş, her şeyden önce Lübnan için kurtuluştur. Ya bu vatani görevi yerine getirmek için ayağa kalkılacak ya da ülke varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kalacak!