Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Uluslararası çatışma ve insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı  

Büyük tarihçi Eric John Ernest Hobsbawm’ın şu sözünü anımsıyorum; ‘’Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, dünya barışını tehdit eden vakaların yüzde 75’ine çözüm bulamıyor.’’  Bunun nedenini ise, Güvenlik Konseyi'ndeki büyük güçler arasında uzlaşı sağlanamamasına bağlıyordu.
 Uluslararası ilişkiler uzmanlarının çoğunun savunduğu temel tezlerden biri de şudur: Soğuk Savaş sürecinde, süper güçler nükleer silahlara sahip oldukları için doğrudan bir savaşa girmekten çekinmiş, bu yüzden büyük kayıplar yaşanmamıştır. Bertrand Badi, Dominic Vidal ve diğerleri ise, Soğuk Savaş’ın bazen süper güçlerin kendi aralarında çatışmasından daha kötü sonuçlar doğurduğunu savunuyor. Nitekim Soğuk Savaş döneminde çatışmalar vekiller aracılığıyla yapılmaktaydı. Vekalet savaşları ise uluslararası güvenliği sarsmakta ve onlarca ülkenin ve halklarının yok olmasına neden olmaktadır. Nükleer silah kullanılmadığı için barışın tesis edildiği söylenemez. Şimdilerde Ukrayna’da yaşananlar bazı şeyleri hatırlamamızı zorunlu kılıyor.  
Jean Jacques Rousseau 1850'lerde ‘İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’ başlıklı bir kitap kaleme aldı. Eşitsizliğin doğal, etnik, sosyal ve kültürel nedenlerini andıktan sonra siyasi ve stratejik nedeni ise en sonda zikrediyordu. Çağdaş dünyada Rousseau’nun andığı tüm nedenler geçerliliğini korumakla birlikte ‘stratejik neden’ adeta diğer tüm unsurların önüne geçmiştir. Bu sadece günümüzde böyle değil, Hitler ve Nazi döneminden, belki de daha öncesinden bu yana böyledir. Savaş tehdidi, belirli hedeflere ulaşmak için önce kışkırtmakla başlar. Kışkırtılan taraf korku belirtileri gösterirse savaşın içine çekilir.  
Rousseau, birey ve toplumun karşılıklı haklarına odaklanmış ve insanı insan yapan özgürlüğe dair sorgulamalarda bulunmuştu. Rusya ve Ukrayna meselesine gelecek olursak, her iki taraf da insanların eşit derecede haklara sahip olduğunu alenen inkâr etmiyor. Her ne kadar saldırgan taraf bu haklara inanmasa da.  
Güvenlik Konseyi'ndeki ABD temsilcisi, Birleşmiş Milletler üyesi olduğu için, Ukrayna'nın özgürlüğünü, egemenliğini ve toprak bütünlüğünü korumanın gerekli olduğunu söylediğinde şaşırdım. ABD 2003’te Irak’ı işgal ettiğinde bu ülke Birleşmiş Milletler üyesi değil miydi? O zamanlar Irak işgalini iki gerekçeye dayandırmaktaydılar: (olmayan nükleer silahla) dünya barışının tehdit edilmesi ve demokrasinin yayılması.  
Rusya’nın tehditlerinin ana gerekçesini ise, 2014’te Kırım Yarımadası’nı işgal ettiğinde, kimsenin buna karşı gelmemesi oluşturuyor. Bunun aynısını Gürcistan’da da yapmıştı ve yakınlarda da benzer şekilde Kazakistan’a müdahalede bulundu. Bu bağlamda Suriye, Libya ve Mali’yi de anabiliriz. Şimdilerde darbeci ordu lehine Sudan’a müdahil oldukları da konuşuluyor. Rusya tüm bu müdahalelerden stratejik kazanımlar elde etti ve uluslararası arenada kayda değer bir engellemeyle karşılaşmadı. Komşu Avrupa ülkeleri de Rusya’nın saldırganlığına mâni olamadı. ABD’ye gelecek olursak, Putin’in sabık Başkan Donald Trump’la ilişkisini hatırlayabiliriz. Şüphesiz ABD’nin de yakın zamana kadar saldırganlık konusunda Rusya’dan az kalır yanı yoktu. Fakat ABD ve Rusya arasında şöyle bir fark var: Amerikalılar her büyük işgalden sonra pişman olup geri çekildiler. Kore’de Vietnam’da, Irak’ta ve son olarak Afganistan’da böyle oldu. Şimdilerde Vietnam savaşındaki gibi Ukrayna için az sayıda asker göndermeyi tercih ettiler, acaba yakında nedamet getirip bu sayıyı arttıracaklar mı? Yoksa iş işten geçtiğinde mi fark edecekler?  
Rusya ve Putin'e gelince, o ‘zaferler’ biriktiriyor ya da öyleymiş gibi davranıyor. Suriye savaşıyla ilgili yaptığı açıklamalarda defalarca, en azından yeni silahları deneme imkânı bulduklarını söylemişti.  
 Aslında koparılan tüm bu gürültüye gerek yok, ya Ukrayna Atlantik İttifakına katılmaktan vazgeçerse? Düne kadar Başkan Trump NATO’nun önemsizliğine vurgu yapmaktaydı. ABD, güvenliğine yatırım yapmak istemeyen Yaşlı Kıta’nın konforu için para harcamaya, silah tüketmeye ve askerlerini ölüme göndermeye devam ediyor. Amerikalılar Ukrayna’nın güvenliğini savunmada Avrupalılardan daha hevesli görünüyor.  
Bunun nedeni ise, ABD, Rusya ve Çin arasındaki bölge ve kaynaklar üzerindeki stratejik mücadeledir. Önümüzdeki on yılda bu mücadele kendini, Pasifik ve Hint Okyanusları ve belki de Akdeniz üzerinde yaşanacak çatışmalarda gösterecektir. Bu muhtemel çatışmaların Doğu Avrupa’da olduğundan daha sert yaşanacağını öngörebiliriz.  
 Peki neden sadece Rusya’nın saldırganlığına odaklanılmış durumda? İran son yirmi yılda dört Arap ülkesinin tahrip edilmesine ve parçalanmasına sebebiyet verdi. Suriye’de Hiroşima ve Nagazaki’de olduğu gibi atom bombası kullanılmış olsaydı dahi 12 milyon insan göç etmeyecek, 1 milyon insan ölmeyecek ve yüzbinlerce kişi hapislerde çürümeyecekti. İran, Suriye halkının geri kalan zayıf halkını ise Şiileştirmeye çalışıyor. Türkiye mesela Suriye ve Libya’da milis güçleri destekliyor. BM Güvenlik Konseyinde kim bu iki ülkeye: Lübnanlıların deyimiyle ‘gözünüzdeki sürme ne kadar da hoş’ dedi.?  
Artık uluslararası bir düzen söz konusu değildir, sadece güçlü ve zayıf, yaşlı ve genç olanlar vardır. Birinci Dünya savaşından sonra kurulan Milletler Cemiyeti'nin İtalya’nın Etiyopya’yı işgalini önleyemediği için başarısız olup dağıldığı söylenir. Peki onlarca savaşı önleyemeyen Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi dağılacak mı?  
 İklim krizi ve korkunç salgın hastalıklar karşısında dayanışmanın imkansızlığına baktığımızda, küresel krizin derinleşeceğini tahmin edebiliriz. Ünlü İngiliz filozof Bertrand Russell altmışlı yılların başında dünyadaki durumu teşhis ederken şöyle yazmıştı: ‘’Dünya gerçekten iyi durumda değil!’’ acaba yaşıyor olsaydı şimdiki durum için ne derdi?