Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

Mahlûk iken malik gibi davranmak

Hâlık ile mahlûk arasındaki ilişki mahlûk tarafından çoğunlukla ihlal edilegelmiştir. Mahlûk olan insan, genelde bu özelliğini unutmakta ve Hâlık gibi davranmaktadır. Bu sebeple bazı insanlar –ki bunlar çoğunluktadır- kendi yaratılış gayelerini unutmakta Yaratıcıdan rol çalmaya kalkışmaktadır. Bu dünyada kendisi de kendisine verilenler de mahlûk iken malikmiş gibi davranmakta ve kendisini her şeyin sahibi olarak görmektedir.  Bazı insanların yakalandığı bu iflah olmaz hal yeni de değildir.
Firavun, mahlûk olduğunu unutup kendisini malik olarak görenlerin başında gelenlerdendir. Yaratılmış olduğunu unutup kendi emrine emanet olarak verilenleri mülküymüş gibi algılamaya başlamış ve şu sözleri söyleme gafletinde bulunmuştur: “Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim (hükmümde) değil mi?”[1] Mahlûk olduğunu unutup bunları söyleyen Firavun burada durmayıp söylemini, sahipliğini bir adım daha ileri taşıyarak işi Rububiyet noktasına kadar taşımıştır. Yönetimi altındaki insanları bir meydana toplatan Firavun onların karşılarına çıkmış ve “Ben sizin en yüce rabbinizim!”[2] demiştir.
 Firavun, halkını kendine köle yaptığı ve kendisini onların sahibi-maliki olarak gördüğü için "Bizim gibi iki insana mı inanacağız? Kavimleri zaten bizim kölelerimizdir."[3] diyerek Hz. Musa ve Harun’un davetlerine karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışın temelinde sahip olduklarını yani mülkü kaybetme endişesi ve korkusu yer almaktadır.
Allah kendisine hükümdarlık verdi diye, O’nun bahşettiği zenginlik ve güçle şımarıp azgınlaşarak Rabb’i hakkında İbrahim’le tartışmaya girişen Nemrut da mahlûk olduğunu unutup kendini malik zannedenlerdendi. Hz. İbrahim “Benim Rabb’im hem dirilten, hem de öldürendir!” dediğinde Nemrut “Ben de tıpkı senin Rabb’in gibi diriltir ve öldürürüm!” dedi.  Buna karşılık Hz. İbrahim “Peki, Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen de, onu batıdan getirsene!” deyince, o inkârcı şaşırıp kaldı…”[4] Hz. İbrahim’e verecek bir cevap bulamadı. Çünkü bunu ancak mutlak anlamda Hâlık ve Malik olan Allah yapabilir.
Halbuki bütün peygamberler kavimlerine Allah’ın mesajını iletip O’nu tanıtırlarken Allah’ın göklerin ve yerin sahibi, tek ve yegane hakimi olduğunu söylemişlerdir. Zira Allah Teâlâ birçok ayeti kerimede kendisini şu şekilde tanıtır: “Göklerin ve yerin mutlak hükümranlığı, yalnızca Allah’ındır…”[5] Bu nedenle Allah Teâlâ kendilerinde bir güç olduğu vehmine kapılıp kendilerini malik sananlara meydan okur ve şunu sorar: “Yoksa göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin mülkiyeti onlara mı ait? Haydi, o zaman tüm araçlara-sebeplere sarılsınlar da, (göklerin tahtına) çıkıp kurulsunlar bakalım!”[6] Sebepler üzerinde söz geçiremeyen ve sebeplere muhtaç olan insanlar, kâinatın mülkiyet ve egemenliğinde söz sahibi olamazlar. Onlar ancak Allah’ın evrene yerleştirmiş olduğu sebepler ve yasalar dâhilinde hareket edebilirler. Örneğin insanın en temel ihtiyaçlarından birisi olan suyu Allah alıverecek olsa hayatın sona ereceği yadsınamaz bir gerçekliktir. Son yıllarda yaşanan kısmi kuralıklar karşısında insanların yaşadıkları telaş ve kaygılar bunun küçücük bir yansımasıdır. Daha büyük bir kuraklık ve su yokluğu karşısında insanların yapabileceklerini hayal bile etmek istemeyiz!
İnsanın kendi varlığı da dâhil aldığı tek bir nefesin bile maliki olamadığı bir hayatta, başka varlıkların kendisine ait olduğunu düşünebilmesi çok ironik bir durumdur.  Kaldı ki, insana mülkü veren onu dilediği anda geri alabilmekte ve verdiği mülkle onu sınayabilmektedir. Bu sınanmaya ve insanın sahip olduğunu zannettiği şeyleri elinden almaya karşı ona yardım edecek hiçbir güç yoktur. Zira onlar hiçbir şeye sahip ve malik değillerdir: “De ki: Allah'tan başka tanrılaştırdık-larınıza siz yakaradurun. Onlar ne göklerde, ne de yerde, zerre ağırlığınca bir şeyin bile sahibi değillerdir. Ne göklerde ve yerde onların bir ortaklığı vardır, ne de Allah'ın onlardan bir yardımcısı.”[7] İşte bu noktada isteyen de kendisinden istenen de aciz kalmaktadır. Zira kendisinden istenileni yapabilecek ve duaya icabet edecek yegâne güç, mâlikü’l mülk olan Allah’tır.
O halde Mü’mine düşen şey, Hz. Peygamberin söylediğini tekrarlamak ve gösterdiği teslimiyeti göstermektir: “Allah dilemedikçe, ben kendime bile ne bir zarar, ne de fayda verme gücüne sahibim. Her milletin bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”[8]

[1] Zuhruf 43/51
[2] Nâzi’ât 79/24
[3] Müminûn 23/47
[4] Bakara 2/258
[5] Tevbe 9/116. Benzer vurgulamalar için bkz: Bakara 2/107; Al-i İmran 3/189; Maide 5/17,18,40,120
[6] Sad 38/10.
[7] Sebe’ 34/22
[8] Yunus 10/49