Ömer Özkaya
Yazar
TT

Zincirleme devrimler ve yeni siyasal vâsilikler

Fransa'da monarşi yanlıları ile "Cumhuriyetçi"ler arasındaki mücadelede kurulacak cumhuriyetin monarşinin vâsisi olması hususu kritik tartışma konularından biri olmuştur. Napolyon Bonapart taraftarları monarşinin vasisi olmayı birçok toplantıda derinlemesine tartışarak reddetmişlerdir. Buna karşılık Fransa hanedan ailesi Bonapart'çılardan vâsiliği garantilemek için yoğun temaslarda bulunmuşlardır. Sonuçta kraliyet ailesinin vâsilik talepleri ve temasları boşa çıkmıştır.
Benzer bir süreç Rus Çarlığı için de söz konusu olmuştur. Çarlık akıbetinin çarlığın ilgası olacağını görünce en güçlü muhalifleri ile vâsilik müzakerelerine girişir. Fakat Rus Çarlığı da Fransız kraliyet ailesi gibi vâsilik müessesesi kuramaz.
Osmanlı İmparatorluğu'nda da vâsilik konusu çok tartışılmıştır: İmparatorluğun yıkılacağı artık net olarak anlaşılınca Mustafa Kemal Atatürk ile vâsilik müzakerelerine başlanmıştır. Osmanlı Hanedanı, Cumhuriyetin kendilerinin vâsisi olmasını talep etmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunu en çok zorlayan konu ya da müzakere edilen dosya, Saltanat’ın kaldırılması sürecidir. Atatürk'ün çevresindeki kadro Saltanat’ın vâsilik talebi üzerine ikiye bölünmüştür. Bu bölünme kurumsallaşarak cumhuriyeti ciddi şekilde zorlayarak tasarlanan cumhuriyetin teşkiline bir ölçüde engel olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu sonunda Saltanat’ın değil fakat Hilafet’in vâsiliğini kabul etmiştir. "Hilafet Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin uhdesinde mündemiçtir" denilerek Hilafet milletin iradesinin tecelli ettiği Meclis’e tevdi edilerek bir nevi korumaya ve ilerleyen süreçte de küresel gelişmeler doğrultusunda yeniden değerlendirmeye alınmak üzere aktif gözleme alanında tutulmuştur ve tutulmaya da devam edilmektedir.
Her üç imparatorluğun da yıkılacaklarını anlayınca talep ettikleri vâsiliğin kabulünün siyasal, sosyal ve kültürel olarak onayının mümkün olmadığının aşikâr oluşu ve buna rağmen vâsilik isteğinin diri tutuluşu istenilen sonucu üretememiştir.
İşin ilginç yanı tarihte Rusya'nın Ortodoks Hristiyanlığın, Fransa’nın ise Katolik Hristiyanlığın ve Vatikan'ın, Osmanlı’nın ise Sünni İslam'ın en güçlü temsilcileri hüviyetine sahip olarak öne çıkmalarıdır. Bugün de bu üç ülkenin siyasal ve uluslararası ilişkiler sistemi içinde tarihteki dinsel kimliklerini pekiştirmek için harcadıkları enerji dikkat çekmektedir.
Saltanatın değil fakat dinsel sistemin vâsiliğinin her üç ülkede kabul edildiğinin görülmesi stratejik bir rezervdir.
Rus lider Putin'in Ukrayna konusunda SSCB sisteminin siyasal ve idari sistemini reddetmesi, SSCB dağılırken Rusya Federasyonu’nun sosyalist ideolojinin ve sistemin vâsisi olmadığını ve olmayacağına karar vermiş olduğu ortaya çıkmaktadır. En yetkili makam tarafından deklare edilen bu husus, öncelikle Avrasya’da sonra da küresel sistemde sonuçları olacak potansiyele fazlası ile sahiptir.
Diğer taraftan Fransa'nın bu süreçte oynadığı veya oynamaya çalıştığı aktif role eşlik eden Fransa'daki ahlak tartışmalarıdır. Fransız elitlerinin ve özellikle siyasal kimlikli olanların bir anda ensestten seks skandallarına kadar bir dizi itham ile karşılaşmaları dinsel kültür ve teo-sosyolojik bilinçaltının dışa vurumudur ki planlı olduğu açıktır.
Bu tür bir yüzleşme parkurunun açılmasının Katolik Hristiyanlığın değerler sistemine ve kodlarına yönelik kuvvetli içeriklere sahip olması önümüzdeki süreçte Fransa'nın elinde tuttuğu teo-stratejik bir başka rezervdir.
Türkiye’nin bu dinsel stratejiler konusunda içeride ve dışarıda sürekli mercek altında tutulduğu zaten bilinen bir durumdur.
Ukrayna Savaşı'nda bir başka gelişme Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin Rusya’ya koyduğu tavır oldu.
Buna karşılık Rusya'nın Ukrayna’yı yapay bir devlet olarak nitelemesi ve üstüne üstlük bir de Rusya’nın Çarlık kökenine, Rus prensin St. Petesburg’da düğün yapmasına ve bu düğüne devlet himayesi ve katkısı vererek gönderme yapması stratejik bir hamleydi. “Çarlık tekrar kurulamaz fakat Çarlık Rusya'sının siyasal hedefleri güncellenerek Rus devlet politikası haline getirilir” anonsu içeren bu hamle, Rusya'nın Türkiye gibi saltanata tekrar vize vermeyeceğini fakat saltanatların siyasal hedeflerinin güncellenerek bölgesel ve küresel stratejilerde kullanılabileceğini ortaya koyması bakımından çok önemlidir.
Fransa'nın da önümüzdeki süreçte sosyolojik alt yapısı hazırlanan Katolik değerler üzerinden küresel sahne alması sürpriz olmayacaktır.
Üç büyük gücün saltanat sistemini güncellemek değil fakat onların jeostratejik hedeflerini güncellemek ve geliştirmek ve bunları uygulamak yolunda çabaları gözlemleniyor.
Gelişen küresel koşulların dayattığı bu "tarihsel döngü" daha da rafine hale gelmektedir. Bu da tüm devletlerin tarihsel arka plandaki stratejilerini ve hedeflerini güncellemeyi, geliştirmeyi ve uygulamayı kuvvetli seçenek haline getirmektedir.
Bir yandan tarihsel olarak saltanatlara yönelik vâsilikler bitirilirken, onların güçlü zamanlarındaki politikalarının vâsilikleri start almaktadır.
Ukrayna bağlamında Rusya'nın yaptığı bu yeni trendin somutlaşmış durumudur.
NATO’nun da genişleme stratejisi bir anda Napolyon’un ve Hitler'in siluetinin Moskova kapılarında görülmesi gibi bir "hava" oluşturmaktadır. NATO sanki Fransa, Almanya ve İngiltere’nin geçmiş saltanatlarının jeostratejik hedeflerini güncelleyerek geliştirmekte ve uygulamaktadır.
Buna İran'ın Ortadoğu stratejileri de eklenince yakın zamanın yok olan saltanatlarının askerî, siyasal ve ekonomik hedeflerinin "hortlayarak" bir nevi güncel devletlerinin uygulamaları haline dönüşmüş olması "eskiyi güncelle, geliştir ve gerçekleştirmeye çalış" trendinin artık bir olgu haline geldiğini çarpıcı biçimde göstermektedir.
Şüphesiz bu yeni uluslararası ilişkiler trendi devletler arası marj daralması tezimizi daha da dikkatle izlemeyi zorunlu hale getirecektir.
Küreselleşmenin yitip gitmekten korkan tüm etnik ve etniksi unsurları ayrı bir kimlik ve devlet talebi ile ortaya çıkardığı gibi, mevcudu yani klasik veya ulus devleti koruma sürecinin de etnik ve etniksi unsurları devletine daha da bağlanmayı veya dışarıdan motive edilme sonucu ayrışma aktörüne dönüşmeyi zorlayacak bir ikileme itecektir.
Ukrayna bağlamında çarpıcı biçimde kendini gösteren bu husus da giderek trend haline gelirse dinsel ve etnik atomizasyon yeni bir çok uluslararası idarî bölge doğuracaktır. Bu yeni gelişme ve trend bölgesel ve yerel kriz alanlarını daha artıracaktır. Bu durumda bir çok etnik, etniksi ve dinsel vâsilikler bir yandan biterken, başka bir ülkenin vâsiliğine geçilecektir.
Devletlerin, etnik, etniksi, dinsel ve kültürel toplulukların yeniden tanımlanacağı bu süreç doğal olarak yeni vâsilik ve birlik biçimleri de yaratacaktır. AB ve NATO gibi birlikler, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi gelişmekte olan birlikler, ASEAN gibi oluşumlar, etnik ve dinsel temelli örgütler yeniden dizayn olacaktır.
Bu süreçte siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, diplomatik ve askerî terminoloji doğal olarak yeni durumun terimleri ile içerik ve strateji genişlemesi yaşayacaktır.
ABD, Avrupa, Batı, Avrasya, Orta Doğu, Orta Asya, Uzak Doğu gibi total tanımlamalar alt mikro tanımlamalar kapsamında değişime uğrayarak yeni içerikler kazanacaklardır.
Ukrayna Savaşı bu bağlamda yerel, bölgesel ve küresel değişimlerin artacağı tırmanma noktasına tekabül etmektedir. Güçlünün vâsiliği kadar güçsüzlerin vâsiliğinin de söz konusu olacağı bu süreçte asimetrik vâsilik türleri ile karşılaşacağız. Vâsilik kavramının kazanacağı yeni boyutlar yeni sosyolojik yapılar ortaya çıkaracaktır.
Bazı devletlerin vâsiliklerinin biteceği bazılarının yeni başlayacağı bu süreç beklenenden çok fazla bilgi bazlı olacaktır. “Bilgi güçtür” aforizmasının iyice analiz edileceği önümüzdeki devirler zincirleme devrimler üretecektir.