Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Kötülük

Çin dünyadan en fazla konuşulan ülkelerden bir tanesi, yoğunluklu olarak konuşulmasının nedeni ise ekonomik bir güç olması, dünyadaki güç dengeleri arasında uzun zamandır kendisine yer edinmiş olması ve sesi en çok çıkan küresel güçlere rakip olması.
Çin’in bu kadar reyting almasının nedeni sadece bir güç olarak dünya sahnesine çıkmasıyla alakalı değil. Çin sık sık insan hakları ihlalleri ile de gündeme geliyor. Bir yandan Doğu Türkistanlılara yönelik sistematik kıyım yaparken, diktatör rejim aslında kendi vatandaşlarının haklarını ihlal etmekten de çekinmiyor.
Hem aşırı kapalı bir topluma, rejime sahip olması hem de rejimin kendi vatandaşlarını üzerlerinde dilediği baskıyı kurabileceği teba olarak görmesi nedeniyle Çin, 21. yüzyılın tam ortasında en katı diktatörlük olarak yerini alıyor. Bu gerçeklere bağlı olarak Çin sık sık eleştirilerin hedefi oluyor ancak bir yaptırım da çok fazla mümkün olmuyor, yine de bir miktar kınama ve ambargoya uğradığı oluyor. Nihayetinde Çin ile ekonomik ilişkileri olan küresel şirketler ve birçok ülke ekonomik ilişkiler gereği Çin’i eleştirmekten imtina ediyor.
COVİD-19 salgını ile birlikte aslında Çin’in bu kapalı ve aşırı otoriter yapısının kendisinden başlamak üzere tüm dünyaya verdiği zararı maalesef tecrübe etmiştik. Salgınla ilgili haber yapan gazetecilerin ortadan kaybolması yanında doktorların da aynı akıbete uğradığını, hatta virüslü insanların sokak ortasında vahşi hayvanları yakalamak için kullanılan aletlerle toplandığına da maalesef şahit olmuştuk.
Çin ile ilgili bugünlerden ortaya atılan iddialar en az yukarıda ifade edilenler kadar korkunç…
BJM tıp dergisinde yayımlanan bir makaleye (https://bmjopen.bmj.com/content/9/2/e024473 ) göre Çin’de mahkumların organları rızaları olmadan alınıyor. Makaleye göre organ nakilleri konusunda, nakillerin yüzde 92’sinde organların kaynakları belirtilmiyor, yüzde 99’unda ise organ nakli konusunda kişilerin rızaları olduğuna dair bir bilgi belirtilmiyor. Bu Çin ile ilgili ilk iddia değil, 2017 yılında da Liver International tıp dergisi 564 karaciğer nakli konusundaki araştırmayı geri çekmek zorunda kalmış zira bu kadar çok sayıda gönüllü bağışçı olması, Çin gibi yüksek nüfusa sahip ülkeler için bile mümkün değil.
Organ nakli konusunda Çin’in idam mahkumlarından da organ aldığı daha önceki yıllarda iddia edilmişti, uluslararası baskıyı pek ciddiye almayan Çin, bu tavrına rağmen 2015 yılında idam edilen mahkumlardan organ alınmayacağını açıklamıştı. Ancak bu açıklamanın, son nakil oranları göz önünde bulundurulduğunda pek ikna edici olduğu söylenemiyor.
Çin’in mahkumlardan ve idam edilen kişilerden rızaları dışında organ nakli için organ aldığı iddiasını güçlendiren kanıtlardan biri de Çinlilerin genelinin inançları gereği organ nakline sıcak bakmamalarına karşın, Çin’deki organ nakli oranlarının çok hızlı ve çok fazla olması…
Çin rejimi, sistematik bir biçimde olmasa dahi, kuvvetli kanıtların da işaret ettiği üzere, organ naklinin gereğinin tam aksi bir yöntemle, organ nakli ve tıpla ilgili bilimsel çalışmalar yapıyor. Ve elbette rejim, bu eylemi, insan hayatının kutsallığı ve insan hayatının korunması üzere eğitim alan ve hatta yaşam tarzı belirleyen doktorların eliyle yapıyor.
Vücut bütünlüğü, hangi suçu işlemiş olursa olsun, kişinin kendisinin tasarrufta bulunabileceği bir şekilde korunur. Bunun kanunlarda yazmasına gerek yok… elbette bilim bir şekilde gelişecek ancak bilimin gelişmesi de bilim etiğine bağlı, hiçbir şey bilimle irtibatlı diye doğrudan meşru kabul edilemez. Bir insanın hayatını kurtarmak ya da bilimsel tıbbi konularda ilerlemek için, idam mahkumlarının dahi kendi vücutları üzerinde tasarrufta bulunması engellenemez. Üstelik bu idam mahkumlarına dair idam kararları, Çin gibi baskıcı rejimlerin hukukuna göre veriliyorsa, burada bir değil iki kez düşünmek gerekir.
İnanca dair endişeler nedeniyle organ nakline mesafeli duran inananlar ya da inancı gereği kurban kesen insanlar, hem inanan kişiler nezdinde hem de inandığı dinin ve o dinin sahibi açısından sık sık zalim olmakla itham ediliyor. Her ne kadar Şükran Günü’nde kesilen hindiler için genel bir duyarlılık hali hasıl olmasa da Müslümanların kurban ibadetleri sık sık vahşetle ilişkilendiriliyor. Bu ilişkiyi kuran akıl ise metafizik olan inancın yerine bilimin esaslarına dayalı, Comte vari bir pozitivist dinin müridi olmakla övünüyor, övünmeden önce elbette o inancın yöntemleriyle eğitiliyor ve sonuçta ortaya çıkan zihin, bir şekilde kendisinin daha insancıl, daha merhametli olduğunu iddia ediyor. Diğer yanıyla hümanizm, “zalim tanrının” elinden ateşi alıp, insanlığa armağan eden Promete, yani insan, neredeyse merhametlilerin en merhametlisi olduğu iddiasını, tanrının ve dinlerin yokluğu ile pekiştirmeye çalışıyor, peki öyle mi?
20. yüzyıl savaşların oldukça yakıcı olduğu bir yüzyıl olarak başlayınca aslında bir yandan da karamsarlığın yüzyılı oldu. Varoluşçu filozoflar olarak anılan Sartre, Marcel, Jaspers, Nietzsche ( daha çok nihilist) varoluşun anlamsızlığına dair krizler yaşadı. Teist olanlar bu krizlerden tanrı ile, ateist olanlar ise tanrının yokluğu ile kurtulmaya çalıştı. Ama yine ortada yakıcı bir kriz kaldı. Özellikle tanrının olmadığı iddiasında bulunanlar tanrının yokluğundan insandan tanrı, tanrılar icat ettiler ama kriz çözülmedi zira insan tanrı vasfıyla vasıflandırılmış bir varlık değildi, kaçırdıkları nokta da tam olarak burasıydı.
Bazılarımız dünyayı, dünyaya dair kötülüğü inanç üzerinden açıklamaya çalışırken, bazılarımız inançsızlık üzerinden açıklamaya çalışıyor. Özellikle inançsızlık üzerinden açıklamak isteyenler bu konuda dini ve tanrıyı merhametsiz olmakla itham ederken, sınırsız bir yargılama yapıyor. Ama kötülüğün kaynağı insan olduğunda, maalesef biraz daha toleranslı davranıyorlar; adalet beklerken gayrı adil davranmak işte tam olarak bu haksız yargıda saklıdır.
Dostoyevski, “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu” derken tam olarak kastı neydi bilmiyoruz ancak “Tanrı olmasaydı onu icat etmek gerekirdi” derken, inanmanın gerekliliğine vurgu yaptığını anlıyoruz. İzafi olarak kabul etmediğim tek konu Allah’ın varlığıdır. En basit biçimiyle, kainat gibi muazzam bir eser varsa muhakkak onun bir müessiri vardır, bu tartışmaya kapalı bir konu… Ve Allah olduğu için, her ne kadar insan tanrıyı öldürme niyetinde olsa dahi, mubah olmayan şeyler var; rızası dışında insanların organlarını almak gibi… Tanrının olmadığı bir dünyada en insanlık dışı eylemlerin faili olan insan, hiçbir yaptırıma uğramadan dilediği gibi zalimlik edebileceğini zannediyor ve bir başka beden üzerinde tasarrufta bulunmayı kendinde hak olarak görüyor, bu nedenle henüz yaşarken insanların kalplerini yerlerinden sökebiliyor.
Tanrının zalim olduğu, dünyadaki kötülüklerin dinden kaynaklandığı iddiasında bulunanlar, zalim bir taksimle, merhameti insana hasretti ve insana sığındı… şu durumda inananları çağ dışı kabul etmekten de geri kalmadı… ama bu kadar zalimleşen bir insan figürüne bakıp Allah’ın korumasına, merhametine sığınanların sayısı da az değil. Hep deniyor ya, dünyadaki kötülük problemini çözemediğim için inançsızlığı tercih ettim, bir de madalyonun diğer yönü var; dünyadaki insan temelli kötülüğü çözemediğim, o halkaya dahil olmak istemediğim için -bazen şüpheye düşse de- Allah’a, inanca sığınanlar var. Ve bu insanın ihtiyaçlar nedeniyle icat ettiği bir din ve bir tanrı değil, insanın bunca zulüm karşısında, kötülük karşısında olmaması imkan dahilinde olmayan bir iyiliğin var olduğunun, olması gerektiğinin kanıtı.
Not: Yazının bazı yerlerinde tanrı, bazı yerlerinde Allah ifadesini kullandım. Tanrı cins isimdir ve hiçbir zaman Allah kelimesini karşılamaz, gerçek bir yaratana vurgu yaptığımda Allah, bir inanca vurgu yaptığımda tanrı kelimesini kullandım, dolayısıyla bu kullanış bir kafa karışıklığı değil tam aksine zihinsel bir düzenlemedir.