İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

15 Mayıs: Lübnan’da işgalin yasallaşma tarihi

15 Mayıs'ın sonunda Lübnan'da yeni bir şafak sökecek.
Bu şafak “sarı” ya da “siyah” olsun, fark etmez, ancak büyük olasılıkla uluslararası bir örtü altında işgal edilen ülkenin topal bağımsızlık, eksik egemenlik, şüpheli bir kimlik, yeniden tanımlanmış bir direniş sayfasını kaçınılmaz olarak çevireceği bir şafak olacak.
15 Mayıs durağından sonra – bu, birçok Arabın hafızasında ne önemli bir tarihtir - İran, sandık yoluyla silahlı işgali için popüler ve anayasal yetkiyi elde edecek. Bu yetkiyle, Amerikalı ve Fransız müzakereciler, deklare edilmemiş bir “azınlıklar ittifakı” aracılığıyla Kasım Süleymani'nin Lübnan çapında çoğalan posterlerinin baskısından kurtulmaya yönelik tekrarlanan Lübnan ve Arap çağrılarının “gölge yapan ağırlığı”ndan kurtulacaklar.  
2008'de Beyrut ve Cebel-i Lübnan "saldırılarından" sonra bile dünya "direnişin" silahsızlandırılması konusunda sessiz kaldığında, ilk uluslararası mesaj geldi.
2017'de, Lübnan içinde Lübnan halkına karşı kullanılan silahın devre dışı bırakılması şartı koşulmadan nispi temsil yasası onayladığında, ikinci mesaj geldi.
2020'deki Beyrut Limanı patlamasından sonra, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Lübnanlılara üçüncü mesajı taşıdı.
“Anayasal metinlere göre gayrimeşru” bir silahın tüm bu uluslararası “yasallaştırılma” çabası, Lübnanlıların ve Arapların çıkarlarına aykırı iki acı gerçeği içeren bir arka plana sahip. İlk gerçek, Barack Obama tarafından İran ve Rusya'nın kontrolündeki Suriye'de “kırmızı çizgilerin” görmezden gelinmesi ile somutlaştı. İkinci gerçek, (Obama'nın başkan yardımcısı ve yönetiminin uzantısı) Joe Biden'ın, sonunda Tahran rejimine bir bütün olarak Arap bölgesinin zararına olacak bölgesel tavizler verilmesini gerektirecek İran nükleer dosyası müzakerelerine dönüşü ile vücut buldu.
Dolayısıyla Washington ve Paris, beklenen seçimin sonucunu onayacak ve bunu Lübnanlı seçmenin demokratik tercihinin sonucu olarak kabul edecek. Büyük olasılıkla Hizbullah'ın mezhepçi ortamındaki hainlik suçlamaları ve tehditkar söylemler üzerinde durmayacak. Keza şimdiye kadar Baalbek bölgesinde (Lübnan'ın kuzeydoğusunda) büyük ailelerden üç adayın açıklanan seçim listelerine girdikten sonra “geri çekilmesi” ile sonuçlanan ailelere yönelik baskıların da. Ukrayna'daki çatışmalar ve şehirlerindeki yıkım sahneleri ile meşgul olan uluslararası toplumun, bir mezhepçi milis grubunun, amacı İran bölgesel hegemonyasını sağlamak olan bir işgal ve yerinden etme projesine dahil olduğu gerçeğini umursamaması da muhtemel. Irak ve Suriye'ye egemen olduktan sonra, bu proje, şimdi ısrarla Osmanlı “Hilafet Devleti”nin çöküşünden sonra bölgesel, uluslararası ve dini uzlaşılar ve denklemler üzerine aslen 1920'de kurulan Lübnan denen kırılgan bir oluşumun sosyal dokusunu dağıtmaya çalışıyor.
Bu noktada bazıları, yapısal boşluklar olmasaydı İran'ın Lübnan ve başka yerlere sızmakta başarılı olamayacağını iddia edebilir ki bu doğru. Bununla birlikte, 1920'den beri bölgedeki oluşumların yönetici - veya onlar adına yönetilen- seçkinlerin çoğunun “hatalarını” kapsamlı ve derinlemesine tartışmak için alanımız dar olsa da, Lübnan deneyimi üzerinde durmamız mümkün.
Bu oluşum, bir açılma penceresi, bir çeşitlilik deneyimi, bir arada yaşama fırsatı, özgürlükler vahası ve yaratıcılık için bir platform olduğu kadar bölgenin yumuşak karnı olmayı da sürdürdü. Bunun nedeni, ne politikacılarının ciddi bir şekilde “mezhepler devleti” yerine “devlet modeli”ne “öncelik” vermeye çalışmamaları ne de dini grup ve mezhep liderlerinin demografik, dini ve kültürel bir "fay hattı" üzerinde bulunan ülkenin, küresel "medeniyetler çatışması" projelerini kapsamak için çok küçük olduğuna ikna olmamaları.
Daha sonra 1948'den beri devam eden bölgesel sarsıntılarıyla bu "fay hattı", iç bağışıklığın zayıflamasını daha da şiddetlendirdi. Sarsıntıların, Lübnanlıların şu anda içinde yaşadıkları trajik duruma katkıda bulunan siyasi, güvenlik ve ekonomik yansımaları oldu ve olmaya da devam ediyor.
Seçimler için geri sayım başlamadan önce Lübnanlılar arasında şu anda birkaç soru soruluyor. En öne çıkanlar şunlar olabilir:
Birinci sırada olan ya da dikkatleri tekeline almayı hak eden gerçekten temel bir sorun mu yoksa neredeyse aynı derecede önemli ve birbirleri ile doğrudan bağlantılı olmayan birkaç sorun mu var? 
Ekim 2019'daki “halk hareketi”, nitelikli önermeler, yaklaşımlar ve pek çok kişinin - özellikle de gençlerin - umut ettiği değişim sürecine öncülük etmeye uygun kişilikler üretti mi yoksa “halk hareketinin” kendisini bölünmelerden, kişisel oportünizmden, örtülü bağlılıklardan koruyamaması, inanırlılığını ve amaç birliğini yok mu etti? 
Değişimci akımlar, talepçi hareketleri durdurmak, popüler dalgayı yönetmek ve iktidarlarını korumak için onu rotasından saptırmakta ustalaşmış bir siyasi sınıfın karşısında geniş çaplı uzlaşılar, gerçekçi makul önermeler inşa etmek için gerçekten yeterli bilince sahip mi?
Son olarak, "yönetici elitler", "yolsuzluk sistemi" ve diğerleri gibi terimler çokça tekrarlansa da, seçimde aday olanlar, söz konusu "sınıf"ın gerçekten "yönetici" olduğuna ve "yolsuzluğun" sadece onun tekelinde olduğuna inanıyorlar mı?
Kanımca bu sorulara verilecek tatmin edici cevaplar, bu seçimde Lübnan'a ve kaderine dayatılan ciddi tehlikenin seviyesinin altında. Son soruyla başlayalım.
“Yönetici sınıf” eksik ve yanıltıcı bir ifade, nedeni de ilk olarak, 1975 ile 1990 yılları arasında Lübnan savaşının sona ermesinden sonra peş peşe yönetime gelenlerin, Lübnan'ın yaşadığı siyasi gerçeklere göre “yönetici” olmamaları. Suriye’nin askeri müdahalesi, daha sonra da güvenlik ve siyasi alanı tekeline alması ile “fiili yönetici” Şam’da bulunuyordu. 2005'e kadar da orada kaldı. Elbette ABD'nin izniyle İsrail'in geçici işgaline tanık olan 1982'den sonraki kısa bir dönem dışında. Daha sonra Washington, 1991’de Kuveyt’i kurtarma savaşındaki (Körfez Savaşı) rolünden dolayı Şam’ı ödüllendirerek yeniden Lübnan dosyası ile yetkilendirdi.
2005'te (Suriye'nin geri çekilmesine yol açan) Refik Hariri'nin öldürülmesiyle bugüne kadarki süreye gelince, “fiili yönetici”, Veliyy-i Fakih devleti adına yöneten Beyrut'un Güney Banliyösü’dür. Dolayısıyla, 2005'ten önce nasıl ki Şam'ın izni olmadan mali, siyasi veya güvenlik alanında hiçbir icraatta bulunulmazken, 2005'ten sonra da Güney Banliyösü'nün efendisinin izni dışında hiçbir önemli mali, siyasi veya güvenlik kararı alınmadı.
Bugün uzun bir haklı talepler, şikayetler listesi var ve sorumlu, referans ve muhatap açıkça biliniyor. Zira silah tekeli yoluyla fiili güç elde eden kuvvetin izni olmaksızın, kısmen veya tamamen herhangi bir değişiklik yapılamaz.
Ana hatları ve niyetleri netleşmiş bir işgal projesinin gölgesinde yargı bağımsızlığı, eğitimde kalkınma, mali kontrol, hizmetlerin geri dönüşü ve bir arada yaşama imkanı yok.
Bu proje herkesi parçalara ayırıyor ve devre dışı bırakmaya hazırlık olarak onları ihanetle suçluyor.
Değişim sloganları atmakta birbirleri ile yarışan ama sorunun kaynağı ve kendileri için tek olan çözümde anlaşamayan uyumsuz siyasi gruplar ve ayrı seçim listeleri ile bu projeye karşı koymanın bir yolu yok.