Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

Ukrayna'da dünyanın tercihleri: Yatıştırma ya da yüzleşme siyaseti

Doğum sancısının sürmesi iki nedenden dolayı Ukrayna’nın yazgısı. İlki, realpolitiği reddetmesi, ikincisi de nihai çözüm biçimi üzerinde bir Batı fikir birliğinin yokluğu. Ukrayna liderliği siyasi gerçekçiliğe hiç önem vermedi çünkü Ukrayna Cumhurbaşkanı savaşın başlangıcında, ABD’nin ailesiyle birlikte ülkeden çıkışını güvence altına alma teklifini reddetti ve ülkesinin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü korumak için savaşmaya karar verdi. Bu karar, özellikle Ukrayna ordusunun beklenmedik performansının ardından Batı'nın tutumunu değiştirmesinde belirleyici oldu. Rus ordusu, Ukrayna’nın doğusuna ve güneyine çekilmek ve zamanla yıpratma savaşına dönüşecek olan sınırlı bir savaşı sürdürmek zorunda kaldı. Ukrayna'nın kararı ve birleşik Avrupa pozisyonu, realpolitik kavramını, tüm Rus güçlerinin Ukrayna topraklarından çıkmasını gerektiren yeni bir gerçekçiliğe dönüştürdü. Ancak Rus ordusunun Doğu Ukrayna'dan yeni topraklar koparmasıyla birlikte bu siyasi gerçekçilik de üzerindeki fikir birliğini kaybetmeye başladı. ABD, Japonya, Avustralya, Güney Kore ve İngiltere, Baltık Devletleri ve Polonya gibi Avrupa ülkeleri, Fransa, Almanya, İtalya ve diğerleri gibi Avrupa Birliği içindeki güçlü Avrupa ülkelerinden farklı bir görüşe sahipler. ABD, Moskova'nın savaşı kazanmaması gerektiği başlığı altında çatışmaya jeostratejik bir perspektiften bakıyor. Çünkü bu, diğer ülkeleri özellikle de Tayvan konusunda Çin’i cesaretlendiriyor. Bu ise İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ABD’nin egemen olduğu küresel düzenin doğasını değiştirecek. Diğer yandan Fransa ve Almanya gibi Avrupa ülkeleri savaşın Moskova’nın yenilgisiyle bitemeyeceğine inanıyorlar. Çünkü buna engel olacak korkutucu seçenekler var ve en önemlisi de Devlet Başkanı Putin'in nükleer seçeneğe başvurması. İkincisi, Rusya'nın yenilgisinin kolay olmaması, dolayısıyla savaşın devam etmesinin Avrupa'ya ekonomik kayıplar verdirecek ve bir istikrarsızlık dönemi oluşturacak olması.
Bu algıya göre Ukrayna tehlikeli bir aşamaya girecek. Çünkü birleşik Batı desteğini kaybederse direnemeyecek ve Rusya'nın dikte ettiklerini müzakere etmek ve kabul etmek zorunda kalacak. Nitekim bunun işaretleri Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un "Putin'in saygınlığını korumalıyız" açıklamasıyla görülmeye başladı. Alman Şansölyesi Olaf Scholz da eylem yerine süslü açıklamalarla yetiniyor. Macron'un Moskova'yı ziyaret etmesine ve Putinle defalarca görüşmesine rağmen Ukrayna başkentini hiç ziyaret etmemesi şaşırtıcı ve bu da ancak Macron'un, Elysee'nin önceki sakinleri gibi, Amerikan liderliğine güvenmediği ve Avrupa'nın çıkarlarını ancak stratejik bağımsızlık olarak tanımladığı politika ile koruyacağına inandığı ile açıklanabilir. Bu stratejik bağımsızlık, Rusya'nın bir Avrupa ülkesi olduğu ve Avrupa'nın onunla bir arada yaşaması gerektiği, ABD’nin kendi çıkarları olduğu ve bunların mutlaka Avrupa'nın çıkarlarıyla aynı olması gerekmediği inancını içeriyor. Başkan Donald Trump döneminde yaşananlar ve son olarak Afganistan'da yaşananlar bu teorinin doğruluğunu kanıtlıyor.
Ukrayna meselesi ve ötesinde bu Avrupa-ABD anlaşmazlığının, Batı'nın birliği üzerinde, Ukrayna krizinin başlangıcında kendini gösteren ciddi sonuçları var. En önemli sonucu belki de Putin'i planına devam etmeye teşvik etmesi, çünkü Putin en başından beri Batı kampındaki çelişkili pozisyonlara ve Avrupa insanının hayatında ekonominin önemine bahis oynamıştı. Eski ABD Başkanı Bill Clinton'ın danışmanı Robert Keegan'ın "Güç ve Cennet" adlı kitabında belirttiği gibi; Avrupa vatandaşı, barışa alıştı ve artık savaşı düşünmüyor. Her şeyi müzakere, taviz ve yardım yoluyla çözmeye çalışıyor. Bu nedenle, Avrupa ülkelerinin liderleri mücadele konusunda gevşekler ve dümeni ABD'ye teslim etmelerinin kendileri için istenen barışı sağlamayacağını düşünüyorlar. Ancak Fransa ve Almanya'nın sorunu, Avrupa Birliği'ndeki en önemli iki ülke olmalarına rağmen birliğin geri kalanını ne stratejik bağımsızlık konusunda ne de Ukrayna'daki savaşa çözüm vizyonları konusunda ikna edememeleridir. Finlandiya ve İsveç gibi tarafsız ülkeler güvenliklerini temin etmek için NATO'daki Amerikan liderliğine yönelmekte, Avrupa Birliği'ni ve birleşik Avrupa savunması teorisini arzu ettikleri güvence olarak görmemekteler. Fransa Cumhurbaşkanı’nın  “beyin ölümünün” gerçekleştiğini söylediği NATO tam aksine hayat dolu görünüyor. Buna karşılık stratejik bağımsızlık teorisinin yaşaması imkânsız görülüyor.
Bu Avrupa-ABD denkleminde, Ukrayna iki çizgi üzerinde yaşıyor: Avrupa ve ABD çizgisi. Amerikan çizgisi, Ukrayna'daki çatışmayı bir devletin egemenliğinden ziyade, kendisinin dünya liderliği meselesi olarak görüyor. Bu liderlik, ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken'ın dediği gibi; Rusya'nın Ukrayna topraklarından tamamen çekilmesini, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin'in dediği gibi Rus ordusunu komşularını tehdit etmeyecek şekilde zayıflatmayı veya ABD Başkanı'nın dediği gibi Putin'in iktidardan uzaklaştırılmasını gerektiriyor. Bu nedenle, Rusya'yı sınırlama ve müzakere masasına eli zayıflamış olarak oturmaya zorlama hedefine hizmet eden iyi düşünülmüş hesaplamalara dayanan ABD'nin Ukrayna'ya büyük mali ve askeri desteğinin devam ettiğini görüyoruz. Avrupa çizgisi, Ukrayna'nın direndiğini ve kendisine sunulan destekle Rus güçlerini topraklarından çıkarabileceğini, ancak bunun Avrupa'da kalıcı barışa hizmet etmeyeceğini düşünüyor. Aksine, Rusya'nın daha güçlü olduğunu ve topraklarını geri alabileceğini hissettiği başka bir zamanda yeniden savaşa kapı aralayacağına inanıyor. Nitekim Putin de ilginç bir tarihi okuma içeren son açıklamasında, Büyük Petro’nun İsveç'e başkalarının topraklarını işgal etmek için değil, Slav halkının topraklarını geri almak için gittiğini söyledi. Avrupa’nın tarihin tekerrür etmemesi için çözümü Putin'i tatmin etmek, Kissinger'in dediği gibi, taleplerinden bazılarını karşılayarak Ukrayna'nın pahasına da olsa Ukrayna dosyasını kapatmak. Avrupa’ya göre bu çözüm hem Ukrayna'nın varlığını koruyor hem de Avrupa'da barışı sağlıyor.
Böylece Ukrayna kendini bir yanda ABD’nin diğer yanda Avrupa’nın kendisine öngördüğü iki yazgının arasında buldu. Birincisi, yani ABD, sürekli sarsılan ve yükselmekte olan ülkelerden gelen meydan okumalarla karşı karşıya kalan eski bir dünya düzenini zorla güçlendirmek istiyor. Avrupa ise, Hitler ile denediği ama barışı sağlayamayan, aksine dünyaya iki büyük savaş yaşatan ve gelecekte (Allah korusun) daha büyük bir şeye yol açabilecek yatıştırma teorisi ile barışı sağlamak istiyor.