İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İngiltere'de Muhafazakar Parti “Trumpçı” bir dönemin eşiğinde

İngiltere birkaç gün önce, tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bakanlarını kaybeden ve istifa etmek zorunda kalan Başbakan Boris Johnson'ın yönetime veda etmesine tanık oldu. Evet, bunun gerçekleşmesi bekleniyordu. Çünkü Johnson hem partinin yerel örgütleri düzeyinde hem de Avam Kamarası ve Bakanlar Kurulu’ndaki liderliği düzeyinde “içeriden” ve “dışarıdan” kan kaybetti. Burada dikkat çekici olan, parti milletvekillerinin yüzde 40'ından fazlasının kendisine güvenmediğinin ortaya çıktığı yakın zamanlı güven oylamasının ardından Johnson'ın bocalayan liderliğine ilk iki darbeyi vuran iki bakan özelinde kabinede ona karşı öne çıkan hoşnutsuzluğun seviyesidir. Elbette, ara seçimde muhafazakarların iki sandalye kaybetmesi ve başbakanın geçtiğimiz aylarda “meclisi yanıltmak” da dahil olmak üzere bir dizi ithama maruz kalması ve bununla birlikte yaşanan skandallar bu “geri sayımı” tetikledi.

Fakat her ne kadar bir çöküş beklentisi olsa da sürpriz, Johnson'ın başlangıçtaki inatçı tutumuna rağmen çöküşün süratle gerçekleşmiş olmasıdır. Maliye Bakanı Rishi Sunak ve Sağlık Bakanı Sajid Javid'in istifaları sessizliği bozdu, ardından hükümetten ve partisinden çeşitli seviyelerde istifa edenlerin sayısı 60'ı geçti. Johnson’ın, “baş düşmanı” olan Michael Gove'u da azletmesi ile bu süreç tamamlandı. En nihayetinde Muhafazakar Parti 1922 Komitesi Başkanı Sir Graham Brady’in “kuşatılmış” başbakanla görüşmesinin ardından mesele bir karara bağlandı. Bu görüşmeden sonra ülkenin dört bir yanındaki parti üslerinden, oyunun bittiğine ve istifa dışında bir alternatifin kalmadığına dair mesajlar geldi.

Johnson istifa eder etmez parti liderliği ve ardından başbakanlık pozisyonu için rekabetin kapısı açıldı. Nitekim parti meclis çoğunluğuna sahip olduğundan Avam Kamarası'nın feshedilmesine gerek duyulmuyor. Aslında adaylıklar, sağduyulu bir gözlemcinin görmezden gelemeyeceği bir arka plandan sonra gerçekleşti. Elli yıl önce, en açık ve liberal insanlar, Hindistan alt kıtasından gelen ve göçmen çocuğu olan şu üç kişiyi Muhafazakar Parti liderliği için düşünemezdi: Rishi Sunak (Hindu), Sajid Javid (Müslüman) ve Suella Braverman (Budist). Bu bağlamda sahnenin renkliliğini ve çeşitliliğini artıracak farklı katılımların olması da mümkündür. Bu etnik ve dini bakış açısının yanında meseleye sosyoekonomik yönleriyle yaklaştığımızda İngiltere’nin sosyal dokusu ile ekonomik gelişimi arasındaki ilişkinin radikal bir değişim geçirdiğini görürüz. Yüz yıl önce başlayan bu değişim, “Margaret Thatcher'ın” yönetimi sırasında doruk noktasına ulaştı.

Thatcher döneminin (1979 - 1990) iki hususiyeti vardı. İlki, geleneksel endüstrilerin gerilemesi ile geleneksel ekonomi modelinin son bulması, sendikaların ehlileşmesi ve aşırı sağcı bir neslin yükselmesidir. Bu, özellikle eski kırsal feodalizmden gelen geleneksel seçkinlerin gerilemesini beraberinde getirdi. Bu dönemin ikinci hususiyeti ise ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlerin uyum sağlamalarının yanında birçoğunun ideolojik olarak azınlıklar ve işçi sınıfı için doğal bir sığınak olan İşçi Partisi'nden Muhafazakar Parti'ye geçmesidir. Bu geçiş, “yeni ekonomi” (bankacılık, ticaret, muhasebe ve finansal hizmetler) alanındaki istihdam ve eğitim ve sosyal düzeylerinin iyileşmesi ışığında gerçekleşti. Solun bu ailelere sağladığı güvenlik ağı yavaş yavaş çocukların hırslarını ve hayallerini kuşatamamaya başladı. Thatcher döneminin sonunda, geleneksel ılımlı kırsal seçkinlerin etkisi, “tek millet muhafazakarları” fikri altında zayıfladı. Süreç içinde zengin olma peşinde koşan ve yoksullara sempati duymayan duygusuz bir genç nesil yetişti. Bu nesil, dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan'da ve katı “Cumhuriyetçilerinde” en güçlü entelektüel ve stratejik müttefikini bulan “Thatchercı” fenomenin arkasındaydı. Aslında ‘Brexit'in’ kökleri, İngiltere'deki muhafazakar sağ ile izolasyonist işçi solu arasındaki çıkarların kesişimine kadar uzanıyor. Bu kesişim bugün, ABD ve Fransa da dahil olmak üzere pek çok durumda artık garip değil.

Bu bağlamda, ABD’li siyasi analistlerin ve yorumcuların Trump'ın Haziran 2015'teki başkanlık seçimlerine adaylığını açıklamasına nasıl tepki verdiğini hatırlayalım. O zaman, bunu ciddiye almamışlardı. Bunun sebebi, Trump'ın tartışmalı kişiliği, siyasi mizacındaki değişimler ve onun hiper-popülist söylemleriydi. Birçok analist ve gözlemci, bu adamın çizgiyi aşan paylaşımlarda bulunduğunu, tweetler attığını düşünüyordu. Ancak bu küçümseyici tavır kısa sürede şaşkınlığa dönüştü. Sonra bir şeylerin değiştiğinin farkına varıldı. Donald Trump Mart 2016 itibariyle artık kamuoyu yoklamalarında, “beyaz dini ve sosyal aşırı sağ” tarafından desteklenen Cumhuriyetçi adaylar grubuna liderlik ediyordu. Böylece, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin her ikisinde de büyüyen ve artık geleneksel oyunun kurallarına inanmayan popülist bir eğilimin olduğu fark edildi.

4 yıllık Trump yönetiminde yaşanan gelişmelere genel hatlarıyla baktığımızda, onun “popülist sağının” partideki egemenliğinin yanında, seçim demokrasisi, barışçıl yetki devri, yargıyı siyasi yönelimlerden uzak tutan güçler ayrılığı, kişisel ve siyasi özgürlüklere asgari saygı ve dış tehdit karşısında ulusal güvenlik konusunda fikir birliği gibi ABD’nin siyasi kültüründeki ilkelerine karşı da Cumhuriyetçi sokağın bakış açısında bir değişim yaşandı. Trump yönetimi, Amerikan demokrasisinin kalesi “Kongre’ye” yönelik düzenlenen saldırıyla sona erdi. Yüksek Mahkeme, muhafazakar ideolojinin siperi haline gelirken göçmen karşıtlığı partiye egemen oldu. Bu, yeni yüzler ve taktiklerle geri gelebilir. ABD'nin en kalabalık üç eyaletinden ikisi, Teksas ve Florida göçmen karşıtı Cumhuriyetçi sağ tarafından yönetiliyor. Oysa Hispanikler ve Latinler buradaki nüfusun dokusu üzerinde baskındırlar. İngiltere'nin muhafazakar sağ kampında ağırlık kazanan Asyalılar ve Afrikalılar gibi, ikinci ve üçüncü kuşak Hispanikler, Teksas ve Florida gibi seçim açısından çok önemli eyaletlerde Cumhuriyetçi sağa giderek daha fazla bağlanıyorlar.