14 Mayıs’ta gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimi ve süreci ile uluslar arası yansımaları/yankıları üzerine felsefi bir yaklaşım geliştirmek sorunun neliği konusunda bize bir düşünce sunabilir. Elbette ki yirmi bir yıllık bir iktidar sürecinin sonunda meydana gelen bu seçimin Cumhurbaşkanı ve Ak Parti’nin karşı karşıya kaldığı durumu işaret etmesi başka bir şey, uluslar arası sistemin gelip dayandığı zemin ve buna dayalı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın temsil ettiği konum başka bir şeye tekabül edecektir.
Söz konusu Ak Parti ve Tayyip Erdoğan ise son yirmi bir yıllık sürecin kendisi özenle değerlendirilmeyi hak eder. İlk dönem Ak Parti ve siyasal yaklaşımı ile iki bin on dört sonrası siyasal yaklaşımı arasındaki derin farkı kavramak ve bunun uluslar arası siyasal gelişmelere yönelik etkisini de dikkate almakta yarar var. İlk parti kurulurken yanında yer alan müttefikleri ile on dört sonrası müttefikleri arasındaki açı farkını da ayrıca konuşmakta yarar var. Bu sürecin sağlıklı bir zeminde ele alınıp değerlendirilmesinin zemini aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin aldığı pozisyonu da doğru okumakla da ilişkisi vardır.
Dünya, ‘Tek Dünya Devleti’ marjından kurtulduktan sonra bir uluslar arası kaotik zeminin inşa edildiği bilinmektedir. Hiçbir devletin kendi başına dünyada siyasal ve ekonomik olanı belirleme gücü bulamadığı bir zeminde yaşamaktayız. Yeni yükselen değerler ile gerileyen değerler arasındaki açı farkı sürekli kapanmakta ve bu kapanış, uluslar arası dengeleri değişime uğratırken, yeni güç adayları sahneye çıkmanın arayışını göstermektedir. 15 Temmuz darbesi ve bunun uluslar arası yansımaları ile birlikte Devletin bizatihi gösterdiği tepki ve uzlaşıyı meydana getiren yeni siyasal zeminin varlığı; milliyetçi muhafazakâr çizginin iktidar oluşunun da zemini olarak düşünülmelidir. Son otuz yılın en önemli partisi MHP ve Milliyetçi çizgisi olmuştur. İki binlerden itibaren siyasal arenada belirleyici bir fonksiyon icra etmiştir.
Dünya sisteminde çoğul bir siyasal arayış kendisini açığa çıkarmıştır. Bu arayışın tabii sonucu olarak Hindistan, Çin ve Rusya gibi büyük oyuncular öne çıkmıştır. İran ve Türkiye kendini göstermiştir. İlk dönem İran siyasi etkinliğini artırmıştır. İkinci dönemde ise Türkiye emin adımlarla ağırlığını bölgesel güç olmaktan uluslar arası güç olmaya doğru yöneltmiştir. Seçim sürecinin bu tercih ile birebir ilişkili olarak ABD başkanı Biden’ın ‘darbe ile gerçekleştiremediğimiz Türkiye’deki siyasal iktidar değişimini dostlarımız aracılığı ile seçim üzerinden desteklerimizi sunarak başarmalıyız’ yaklaşımını hatırımıza getirmeliyiz. Meselenin Kılıçdaroğlu’nu desteklemekten öte bir anlamının olması gerektiği bedihidir.
Seçim sürecinde Kılıçdaroğlu’nun seçim vaatlerinde; Suriye’den çekileceğini, Kıbrıs’tan Türk askerini geri çekeceğini, mültecileri göndereceğini, Azerbaycan’a verilen desteğin çekileceğini, libya’dan geri çekilmesi gibi vaatleri peş peşe sıralaması, içerdeki seçmenden çok dışarıdaki iktidar odaklarına yönelik verilen sözler olarak değerlendirilmesi elzemdir. İçerde ise özerk yönetime geçilmesi, PKK’nın yasalaşması, içerdeki siyasi mahkûmların dışarıya salınması gibi temel sözlerinde yine dışarıdaki güç iktidarlarının müttefikliğini belirten sözler olması daha olasıdır. Kılıçdaroğlu tarafından dile getirilen ve yerine getirilmesi sözünü verdiği olgular ise Türkiye’nin uluslar arası konumunu güçlendiren şeyler olması ise dikkati caliptir. Aynı zamanda seçimin sonucunun belirlenmesi bağlamında da önemli bir yere sahiptir.
Dünya sistemi, bir taraftan parçalanmış bir dünya ile imparatorluklar çağının geri gelmesi gibi iki temel tartışmayı ve çatışmayı yürütmektedir. Türkiye imparatorluk tarihi olan bir bağlamda politik olarak stratejik bir konuma sahiptir. Ak Parti ile de bu stratejik konumunu sivil toplumunda Afrika ve Asya’da gerçekleştirdikleri üzerinden derinleştirmektedir. Son dönemde geliştirilen siyasi bağlar, Türkiye’nin konumunu güçlendirmektedir. Buna rıza göstermeyen ve Ortadoğu’nun tamamen şehir devletçiklerine dönüşmesini isteyen bir yaklaşım son otuz yıldır tartışılmaktadır. Buna dair İslam dünyasına yönelik ılımlı İslam projesi vardı. Örneğin, bu projenin ulaştığı sonuç nedir? Nerede nasıl bir karşılık bulmaktadır. İran ve Türkiye gibi ülkelerde durum nedir? Bu sorulara cevap üretildiği zaman meselenin bam teli açığa çıkar… Son on yılda Ortadoğu üzerinde meydana gelen siyasal gelişmeler ittifaklara bakıldığı zaman bile bize bir şey söyleme imkânı sunacaktır. Değişim hala devam etmektedir. Ve ayrıca bütün bu siyasal gelişmeler aynı zamanda ulus devletin kendi politik tutumundan bağımsız olarak ele alınamaz!
Şimdi sadede gelelim; uluslar arası sistem yeni bir rol değişimi yaşarken, yeni bir gücün ortaya çıkmasını geciktirme sadedinde meydana gelen Ukrayna Rus savaşının sonucu önem arz etmektedir. Avrupa’nın bütün yardım çabalarına rağmen Türkiye’nin desteğini alamadıkları için Rusya konusunda önemli bir gelişme sağlamakta zorlanmaktadırlar. Hatta bu ambargoların dolar açısından gelecekte ciddi sorunlar üreteceği bir zemine doğru kaymaktadır. Her ulus devletin kendi para birimini ticarette kullanıma dahil etmesi doğal olarak doların iktidarını zedeleyecektir. Rusya, Çin ve bunu takip eden diğer devletler bu durumu olağanlaştırarak doların iktidarını devirmeye yönelik bir güç temerküzünü göstermektedir.
Ilımlı İslam projesi ile İran’da meydana gelen muhalif hareketlenmeler ve İran entelektüel zemininde güçlenen laiklik ve sekülerlik zemini ile Molla iktidarına yönelik halkın güçlü bir tepkisini aynı zeminde düşünmekte yarar var. İran İslam devrimi gibi temel bir aksiyoma sahip ülkenin geldiği nokta itibarı ile düşünüldüğünde Ilımlı İslam projesinin geldiği nokta görülebilir. Ayrıca son seçim itibarı ile Türkiye’de Milliyetçi seçmenin yüzde otuzlara yöneldiği bir zeminde durumun açıklayıcı boyutunu düşünmekte yarar var. Ak Partinin kuruluşundan itibaren muhafazakâr demokrat, sonra son dönemde muhafazakâr devrimci gibi kodlamalar üzerinden muhafazakârlıktan İslamcılığa yönelmiş önemli bir kesimi yeniden muhafazakârlığa yönelttiği gibi CHP gibi bir partiyi bile milliyetçi bir çizgiye taşıma konusunda ittifakı bir araçsal zemin olarak kullandığı görülebilinmektedir. Milliyetçi muhafazakâr çizgi ile hem İslamcılık muhafazakârlığa ve hem de milliyetçilik muhafazakârlığa dönüştürülerek ikinci cumhuriyetin saç ayağı belirlenmiş olmaktadır. Son seçim itibarıyla milliyetçiliğin her iki boyutu ile merkezi konuma sahip olması da ‘beka’ meselesinin güvenceye alındığını göstermesi açısından önemli bir etken olacaktır.
Bu seçimin tek yenilgisi ise Kemalizm’in ulusçuluğunun sol ile bütünleşik yapısıdır. CHP tek parti döneminden sonra en büyük yenilgisini almıştır. Çünkü kendi içinde yaklaşık dörtte bir oranında sağ muhafazakâr seçmenin temsilini sağlayacak milletvekili sunmuştur. Sağ muhafazakâr partilerin ittifak içindeki payları dikkatle incelendiği zaman çok cüzi bir katkı sunmuştur CHP’ye…
Muhalefetin Rusya desteğini dikkate sunarak kendi propagandasını süslemesinin karşılığı da uluslar arası güç iktidar savaşının bir izdüşümüdür. Buda bize şunu göstermektedir ki; ulusal bir seçim dahi Global dünyada sadece bir ulusal sınırlar ile kayıtlı kalamamaktadır. Meseleyi bu zemin üzerinden düşünmekte yarar var. Cevabı bulunmayan birçok sorunun böylece açıklanmasına ulaşmasını mümkün kılacaktır.
Türkiye’de yapılan son seçimin, hem ülke içindeki dengeler ve geleceğe dönük beklentiler ile bağı var, hem de uluslar arası güç dengelerindeki arayışlarla birebir ilişkisi kurulabilinmelidir. O zaman sağlıklı bir zeminde mesele açıklığa kavuşturulabilir. İslamcılığın gelinen noktada hem bir sosyolojik gerçekliğe dönüşememesi, hem siyasal arenada kendisine bir konum elde edememesi, hem de güç dengelerinde istenmeyen bir konuma itilmesi sebebi ile salt entelektüel zeminde sıkışıp kalacağı görülmektedir. Ama alternatif bir hareketin motor gücü olma potansiyelini elinde bulundurduğu da gözlerden saklı tutulamaz! Şu an için sessiz ve kendi içinde potansiyelini güçlendirmenin arayışını sürdürdüğü gözlenebilir. Ama siyasi arenada bir hareket içinde olmamaktadır. İslamcılıktan devşirilen ve muhafazakâr bir çizgiye kayan eski İslamcıların devlet ve millet vurgusu ile milliyetçiliğe açık kapı üzerinden daldığını milliyetçiliği ise muhafazakâr bir çizgiye taşıyarak yeni uluslar arası sistemde yeni cumhuriyetin yeni siyasi aktörü olmayı bir imtiyaz olarak elde ettiklerini ispat ettiler. CHP ve sol ile Kürt Milliyetçiliği ise kaybedenler statüsü kazandılar. Onlarda güçlü bir değişim açığa çıkmadığı sürece verilen her türlü uluslar arası desteğe rağmen kaybetmeye maruz kalmaktan kurtulamayacaklardır. Ülkenin yüzde altmış beş gibi büyük bir oranını muhafazakâr ve milliyetçi bloğa kazandıran ulus devlet sağlam bir zemine yaslanan bir gelecek tasarımını uygulamaya geçirebilir.
Seçim sürecinde gündemleştirilen her şey propaganda olarak boşluğa savrulacaktır. Seçimden bir ay kadar sonra her şey yerli yerine oturacaktır. Meselenin siyasal ve entelektüel boyutu ise tartışılmayı bekleyecektir.
Ülkenin siyasal aktörlerinin geleceğini bu durumu dikkate alarak belirlemeleri kendi lehlerine olacaktır. Bu durum tespiti uluslar arası sistemde İslam ve Müslümanların nerede duracağını belirleme konusunda da bir ipucu sunacaktır. İslam dünyasında Türkiye seçimlerine yönelik bu yüksek ilginin bir karşılığı olacaktır. Oradaki değişimlerin rol modeli de Türkiye olacaktır. Erdoğan sevgisi birçok politik gelişimi aşmada ve kurmada yeterli zemini sunacaktır.
Bu seçim bize yeniden düşünmek ve neler olup bittiği konusunda bir fikir açıklığına sahip olabilmek için yeterli bir zemini sunmaktadır. Gerisi entelektüel zeminin düşünce gücüne kalmaktadır.