Burada ve diğer köşelerde, Arap ülkelerindeki reform halini ve bunun sözde Arap Baharı'na, kaos, şiddet ve terörist köktencilik yönelimine karşı nasıl yapıcı bir tepki olduğunu yazdım. Teorik olarak reform, devrim ve statükoyu koruma arasında bir orta yoldur. Üçü (reform, devrim ve muhafazakarlık) toplumu değiştirmekle ilgilidir. Devrimciler bunun büyük bir sıçrama olmasını isterler ve bazıları buna ‘aşamaları yakmak’ ya da Mao Zedong'un dediği gibi; ileriye doğru büyük bir sıçrayış derler. Muhafazakarlar ise bunu bilinmeyene doğru bir yürüyüş ve toplumu ve belki de devleti yok edebilecek, hatta dış müdahalelere fırsat verebilecek bir enerji patlaması olarak görürler. Reformcular ise tam tersine, şeylerin, doğanın ve tarihin özü olduğu için değişimi hararetle arzularlar, ancak bunun hesaplı ve kademeli olmasını, getireceği sürprizlerin ve ona eşlik edecek acıların tolere edilebilir olmasını isterler. Başka bir köşede, ulus-devlet kavramının üstünlüğüne ve mega projelerle devletin bulunduğu bölgeye sızmaya, çağla ve ileri teknolojilerle bütünleşmeye, maddi ve beşeri yönden sürdürülebilir kalkınmaya, dini düşüncenin yenilenmesine, kısacası içinde bulunduğumuz çağla bütünleşmeye dayanan Arap reform yasalarından çıkardığım sonuçlara atıfta bulunmuştum. Bu durumun dışa vurumu, devleti ve Arap ülkelerini çevreleyen sorunları ‘sıfırlamak’ olarak yaygınlaşan ve Arap devletlerinin uzun süredir istikrara kavuşamamış bir bölgede istikrarı sağlamak için kendilerine güvendiği bir tür ‘yeni bölgeselcilik’ inşa etme olarak varsaydığımız husustur. Basitçe söylemek gerekirse, bölgesel istikrarın sağlanması için iç reformun bölgesel dış politika alanına genişletilmesi de reformsal biçimler almalıdır ve bu, şiddetten, terörden ve iç savaşlardan uzaklaşma ve aynı şekilde yaşayanları reform çemberine çekme şeklinde ifade bulmalıdır. ABD Başkanı Barack Obama'nın devletin "aptalca" eylemlerde bulunmaması çağrısından yararlanmak da belki çok faydalı olacaktır.
Mevcut realitemizde, içinden geçmekte olduğumuz son krizler ‘Sudan krizi’ ile vücut buldu. Aslında reformist Arap ülkeleri, Sudan'ı içinde bulunduğu bu durumdan kurtarmak için hiçbir çabadan kaçınmadılar, mali yardımda bulundular ve mültecileri kabul ettiler. Ateşkes için çeşitli formüller denediler, Suudi Arabistan ABD’yle, Mısır da bölgedeki komşu ülkelerle iş birliği yaptı. Herkes savaşan iki tarafla ve onlarla birlikte Sudanlı sivil güçlerle temasa geçti. Bu makalenin yazıldığı ana kadar, tüm bu çabalar henüz meyvesini vermemişti ve kardeş Sudan'daki durum hâlâ gittikçe kötüleşmeye devam ediyordu. Dünya, Sudan trajedisine olan ilgisini kaybediyor ve Sudan uluslararası sistemin öncelikler listesinde alt sıralara geriliyordu. Geçmişte Filistin felaketiyle ilgili olduğu gibi, ‘uluslararası toplum neden hiçbir şey yapmıyor’ diyen sesler yükseliyor. Bu küçültücü bir soru, çünkü kendisini soran çok iyi biliyor ki ‘uluslararası toplum’ diye bir şey yoktur. Devletlerin iradesi vardır ve bu ülkeler şu an başka, daha önemli önceliklerle meşguller.
Ancak Arap reformculara göre Arap bölgesi bu lükse sahip değil, çünkü yangın yakında ve alevler en küçük kıvılcımlardan doğar. Buna ek olarak bölgesel reform, her devletin iç reformunun koşullarından biridir. Açıkçası başarısız Arap devletleri listesine bir Arap ülkesinin daha eklenmesi hem bölgesel bir kayıptır, hem de her ülke için dahili bir kayıptır. Çöküş hızla durdurulamazsa, Başkan Biden'ın ‘ebedi savaşlar’ söylemi bölgemizde her şeyi kurutacak ‘ebedi krizler’ olarak ifade bulacak.
Bu durumda reformist Arap ülkelerinin ‘reformlarını’ bir dış politikaya dönüştürmeleri gerekiyor ve bu politika şunlara dayanmalı: Arap krizlerini çözmenin anahtarı, öncelikle tüm vatandaşlar arasında eşitliğe dayanan ulus-devlet kavramının egemenliktir. İkincisi, devlet tek başına silah kullanma konusunda tek yasal hakka sahip olmalıdır. Üçüncüsü, ilerleme ve ülkenin zenginliklerinin kullanılması için ulusal bir proje bulunmalıdır. Arap reform ülkelerinde apaçık görünen bu üç koşul, onlara direnme ve ilerleme yeteneği verdi. Ancak diğer yandan, bu krizle ve bölgedeki diğer krizlerle başa çıkmak için onlara örgütlü bir topluluk oluşturmayı da dayatıyor. Nasıl ortak projeler ve yatırımlar alanında iş birliği ve küresel sorunlarda uyumlu siyasi duruşlar benimseniyorsa, Arap krizlerini her yönüyle ele alacak bir stratejiye sahip bir tür reformist ittifaka da ihtiyaç var.
Burada özellikle tarih ile stratejiyi birbirinden ayırmak gerekir. Tarih bize Arap dünyasının, bir eksenin genellikle diğer eksenle hasım olduğu, rekabet ettiği ve hatta çekiştiği ‘siyasi eksenler’ dönemine sahne olduğunu söylüyor. Soğuk Savaş döneminde, Malcolm Kerr'in, cumhuriyetlerin monarşilere, ilericilerin gericilere veya öyle oldukları söylenenlere, müminlerin inançları şüpheli olanlara veya öyle oldukları söylenenlere karşı mücadele ettikleri paralel bir Arap soğuk savaşının patlak vermesi diye bahsettiği şey yaşandı. Keza tüm şekilleriyle Arap milliyetçileri de kendilerinden başka herkesle mücadele ettiler ya da medya onları böyle göstermek için tüm kollarını sıvadı ve dillerini onların hizmetine sundu. Strateji ise bir ideoloji ve çeşitli kompleksleriyle tarihin anımsanması değildir. Sonuçlarının başkaları tarafından üstlenilmesinin ve bedelinin ödenmesinin doğru olmayacağı, hastalıkların ve ağrıların tedavi edildiği belirli bir gerçeklikle başa çıkmanın gerçekçi bir ifadesidir. Krizlerden kurtulmak ve tüm taraflara fayda sağlayan bölgesel istikrarın sağlanması gibi belirli hedeflere ulaşmak için genel ve asil ilkeler içinde rol ve görev dağılımında bulunan uzmanların organize ve hesaplı çalışma mekanizmaları ve sistemleridir. Bu gerçeğin ve reformun bu gerçeğin içindeki konumunun farkına varmak, zorunlu olarak medyadaki çekişmelerden uzaklaştıracaktır. Belki de içinde bulunduğumuz durumda, İngiliz kültüründeki soylu şövalyelerin (ya da reformcuların) bir başı ya da lideri olmayan yuvarlak bir masa etrafında toplanmasını ifade eden ‘Camelot’ felsefesini alıntılamalıyız. Kurtuluşumuz bunda olabilir.