İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında imzalanan Oslo Anlaşması’nın geçtiğimiz hafta olan 30'uncu yıl dönümü, Filistin'in ve Filistinlilerin en kötü koşullar içinde oldukları bir dönemde geçip gitti. Batı Şeria'da bazı bölgeler işgale direnen askeri eylemlerin adeta kalesine dönüşüyor. Filistinli mültecilerin başkenti olarak kabul edilen Güney Lübnan'daki Ayn el-Hilve kampı, Filistinliler arasında 20 yılı aşkın bir süreden sonra en şiddetli ve uzun çatışmalara sahne oluyor.
Hiçbir tarafın Oslo'dan iyi bahsetmediği veya kendisini iyi bir şekilde anmadığı doğru. Oslo, Filistin halkının ve liderlerinin nefret ettiği, İsrail'in ise sanki hiç olmamış gibi ihlal ettiği bir anlaşma. Ama gerçek şu ki Oslo, tökezleme nedenlerinden ve 1993 yılında imzalanmasından bu yana gelişen koşullardan bağımsız olarak varlığını sürdürüyor. Anlaşmanın imzalandığı dönemde FKÖ tarihinin en zayıf aşamasındaydı, Kuveyt’i işgalinde Saddam Hüseyin'i destekleme macerasının ardından Arap ve uluslararası düzeyde izole edilmiş ve mali açıdan tükenmiş durumdaydı. Öte yandan İzak Rabin suikastı ve Yaser Arafat'ın intihar eylemlerine ilişkin muğlak davranışları, Halil şehrindeki Baruch Goldstein katliamı örneğindeki gibi Filistin ve İsrail kamplarında barışı reddedenlerin şiddete başvurması, dahası anlaşmayı zayıflatmak için elinden gelen her şeyi yapan İsrail ile anlaşmaya karşı Arapların kendisini ret etmesi sonucunda anlaşma yaşayamadı.
Oslo, bugün hâlâ bizimle olan iki temel payandanın temelini attı: Filistin Ulusal Otoritesi’nin kuruluşu ve iki devletli çözüm ilkesi. Bunlar Otorite’nin kuruluşunun son 30 yıldaki olumsuz sonuçlarına ve kendisi şu ana kadar küçük ve marjinal iç meselelere odaklanmış olmasına rağmen, Filistin meselesine bir başlık ve bir Filistin devletinin kurulmasına yönelik kurumsal bir çerçeve oluşturdu. Ayrıca Oslo’da karşılıklı tanınma olanağı elde edilmeseydi iki devlet fikri de var olamazdı. İki devletli çözüm hâlâ çok uzak ama “iki halk için iki devlet” kavramı diplomatik uzlaşma meselesi, uluslararası toplumun İsrail-Filistin çatışmasını ele alırken tercih ettiği çerçeve haline geldi.
Olumsuz yönleri çok fazla, olumlu yönleri ise az olan bu gerçekliğe dayanarak ve bölge ile dünyada benzeri görülmemiş değişimler ve bunların uluslararası bölgesel ilişkiler üzerindeki önemli etkilerinin ışığında, bir yanda ılımlı Arap ve uluslararası güçler arasında Filistin meselesini ötekileştirme eğilimi arttı. Diğer yanda ise, herhangi bir barış anlaşmasını temel olarak reddeden İran öncülüğündeki İsrail ile normalleşme karşıtı güçler, Filistin meselesini şiddetli bir şekilde hedef alır oldu. Bu hedef alma, Filistinlilerin ve Filistin'in yararına olmadığı gibi, bu güçlerin özellikle Maşrık (Levant) ülkelerinin iç işlerine daha fazla müdahale etmesinin, bölgede kaybettiği popülariteyi yeniden kazanmasının tek yolu da oldu. Suudi Arabistan-İran anlaşmasının ardından bölgede hakim olan sükunet ortamı, Filistin'i anlaşmalara karşı çıkanların çıkış noktası haline getirdi.
Öte yandan İsrail'in aşırı sağın yükselişiyle tanık oldukları ve iktidardaki koalisyon hükümetinin vahşi uygulamaları, direniş akımları ile Filistin toprakları ve dışındaki itirazlar için gerekli malzemeyi oluşturuyor. Aynı zamanda diplomatik donukluğu kırma vizyonuna sahip cesur siyasi liderlik, karar alma sürecine meşruiyet kazandırmak ve barışa karşı çıkan sesleri zayıflatmak için bu liderliğin her iki tarafta da meşruiyete sahip olması gibi, barış yolunun dayanak ve unsurlarının da eksik olduğuna dikkat çekilmeli. Ne yazık ki bu dayanaklar bugün ne Filistin ne de İsrail tarafında mevcut değil. Filistin tarafında bunun nedenleri; Oslo sonrası ve Rabin suikastı öncesindeki ilk iki yıldan yararlanma fırsatının kaçırılması, Arafat'ın 2000-2003 yılları arasındaki İkinci İntifada ile zirveye ulaşan şiddeti destekleme eğiliminin ortaya çıkmasıyla başlayan başarısızlık. Ardından Filistinlilerin Batı Şeria ile Gazze arasında bölünmesi ve Fetih hareketi ile Filistin Otoritesi’nin seslerini kesen Hamas'ın artan rolü. İsrail'e gelince, ülke aylardır olağandışı protestolara ve yedek subaylar ile askerlerin görevlerini bırakmaları kertesine varan yoğun siyasi gerilime tanık oluyor. Muhalefet güçlerine göre, protestolar, hükümetin yargının rolünü kısıtlamasını ve İsrail'i otoriter, dindar ve milliyetçi popülist bir rejime dönüştürmesini reddediyor.
Sonuç olarak, işgalin ikisinin omuzları üzerindeki ağırlığı göz ardı edilmeden, Yaser Arafat'tan Mahmud Abbas'a kadar Filistin durumunun başlığı, Filistin devleti için iyi bir temel atılmaması ve şiddet seçeneğinden vazgeçilmemesi oldu. Öte yandan İsrail de yerleşim yerleri inşa etmekten vazgeçmedi ve Filistin Otoritesi’nin Oslo'da mutabakata varılan yetkilerini kullanmasına izin vermedi. Sonunda da Binyamin Netanyahu başbakan oldu ve çatışmayı sona erdirmek yerine “çatışmayı yönetme” politikasını benimsedi. Bu ortamda anlaşmaya karşı sesler önem kazandı ve radikal bakış açıları karar alma sürecinin temel yönlerine hakim olmaya başladı.
Amacımız ne Oslo'yu savunmak ne de yeniden canlandırılmasını teşvik etmek, zira ne İsrail, ne Filistin, ne de bölgesel ve uluslararası koşullar artık böyle bir formüle uygun değil. Ancak bu, Filistinlilerin koşullarının (çürüme, ihmal ve Filistinlilerin yararları dışında amaçlar için kötü niyetli kullanılmaları durumunun) olduğu gibi bırakılabileceği anlamına gelmiyor. Aksine bu durum, Abbas sahneden ayrılır ayrılmaz sorunsuz bir liderlik geçişi için Filistin, Arap ve uluslararası çabalar gerektiriyor. O zamana kadar Filistin Otoritesi’ni güçlendirmek İsrail'in stratejik çıkarınadır, aksi takdirde Abbas sonrası oluşacak boşluk şiddet yanlısı aşırı güçlerin ön plana çıkmasına olanak tanıyacaktır ki mevcut göstergelerden söz konusu güçlerin projelerini uygulamaya başladıkları görülüyor. Filistin Otoritesi’nin çöküşü ve devam eden siyasi yıpranması, iki devletli çözüm için geriye kalan alanı da daraltacak ve Filistinlilere ait Filistin devleti başlığını şu veya bu şekilde silecek. Terörizm ve aşırıcılıkla lekelenmiş, uluslararası meşruiyetten yoksun Hamas ve müttefiklerini mevcut alternatife dönüştürecek.
Çözüm önerisi dışarıdakilerden ziyade içerideki Filistinlilerden gelmeli çünkü 2007’de Kuzey Lübnan’daki Nehru’l Barid’deki Filistin kamplarının sahne olduğu, bugün de Ayn Hilve kampının sahne olmaya devam ettiği olaylarla somutlaşan birçok bölgesel müdahaleye maruz kalan dışarıdakilerden daha çok acı çeken ve neyin mümkün, neyin imkansız olduğunu bilenler onlardır. Bu bağlamda Ayn Hilve kampında Fetih hareketinin ve Ulusal Otorite’nin, en büyük Filistin kamplarından birinde karar alma süreçleri üzerindeki kontrolünü kaybetmenin eşiğinde olduğunu ve bu durumun daha sonra Lübnan'daki diğer kamplara da yayılabileceğini söyleyebiliriz.
Gelecekteki çözüm Oslo ölçeğinde olamaz, keza Filistinlilerin işgal altındaki topraklarda kalan çıkar ve haklarının, özellikle de en zoru olan Kudüs şehri düğümünün üzerinden atlanamaz. Çözüm, yeni Arap ve İsrail gerçeklerinden ve İsrail protesto hareketinin bir ulusal birlik, merkez sol hükümetine veya mevcut koalisyon hükümetini ortadan kaldıracak başka bir çözüme ulaşması halinde, bu çözümden ilham alan Amerikan-İsrail-Arap-Filistin uzlaşılarının bir sonucu olmalı. Bunlar gerçekleşmeden, Batı Şeria'nın ve oradaki Filistinlilerin geleceğinin karşı karşıya kalacağı riskler var, özellikle de Batı Şeria’nın fiilen veya İsrail seferberlik propagandasında ikinci bir Gazze'ye dönüşmesi halinde.
Bazı Filistinlilerin tek devlet seçeneğine oynadıkları bahse gelince, bunun sonu ya İsraillilerin kendi isteklerini Filistinlilere ya da Filistinlilerin kendi isteklerini İsraillilere dayatmaya çalışmasıyla sonuçlanacak. Bu durumda söz konusu çözüm Yahudiler ve Araplar arasındaki bitmek bilmeyen kavgalar için etkili bir reçeteye dönüşecek.