İsrail, katliamlarına devam ederken, bu kadar savunmasız ve haksızca işgal edilmiş topraklarda yine ve yeniden katliam yapmayı sürdürürken, dünya, güç hiyerarşisi bağlamında sessiz ve halklar bağlamında cılız sesler verirken Müslümanlar ise ne yapacağını bilemez halde katliamı buruk bir acı ile seyrediyorlar.
Tarihte bu uzunlukta zulüm devam etmiş midir? Bilmiyorum, ama bildiğim bir şey varsa o da bu zulmün insanlığın geleceğine dair ciddi bir etkisinin olacağıdır. Müslümanlar ve içinde yaşadıkları ülkelerdeki iktidarlar arasındaki derin ayrım ve uyuşmazlık, sorunu katmerli hale getirmektedir. Müslümanlar, imanlarının kendilerine sunduğu iman şuurunu tam olarak idrak edemedikleri için kendilerine sunulmuş seküler kültürün kodlarına göre yaşamlarını idame ettirmeye devam ederken, İsrail zulmü onları silkelemeye başlıyor. Her seferinde cılız hareketler eşliğinde yapılan tepkisel tavırlar, gösteriler ve boykotlar çok fazla işlevsel bir zemin kazanamadan sönüp gitmektedir. Bu acı ve bir o kadar gerçeklik kazanan durumun üzerine tefekkür ederek Müslümanların geleceğine dair bir yaklaşım geliştirmek kaçınılmaz olmaktadır.
Hamas’ın ‘Aksa Tufanı’ aslında büyük bir çıkışı işaret etmekteydi. İsrail neye uğradığını şaşırdı. İlk kez büyük bir saldırı ile karşı karşıya kaldı. Esirler verdi, kayıplara uğradı ve en önemlisi prestiji yerle bir oldu. Bu durumun kendisi Müslümanların geleceğinde şuurlu bir hareket için başlangıç noktası olabilir. Meselenin ikinci yüzü ise İsrail saldırıları başladığında hem dünyanın ve hem de Müslümanların tepkilerinin cılızlığı da ayrı bir dünya geleceğini işaret etmektedir. Bu iki çelişik durumun kendisi üzerine bir değerlendirme kaçınılmaz olmaktadır.
Modern dünya ve bu dünyaya ait iktidar ve güç elitleri, dünyadaki insanların düşünmelerine fırsat vermeyen bir yaklaşım ile medya ve eğitim kurumlarını dikkatle değerlendirmektedirler. Bu uyutma taktiği genelde iş görmektedir. Tıpkı son olayda Hamas’ın çocukları öldürdüğü yalanına kanan insanların varlığı gibi… Hâlbuki son on bir gündür, neredeyse her gün çocuk, kadın yaşlı demeden, hastanede yatanlarda dâhil öldürülmekte ve o insanlar bunu İsrail’in meşru güvenliğini koruma sorumluluğu olarak addediyorlar. Müslümanların içinde satın alınmış kişilerin de Hamas üzerine çirkin sözler söylemesi, propagandaya alet olarak Hamas suçlaması korosuna katılması da ayrı bir olgu olarak önümüzde durmaktadır.
Müslümanlar önlerinde birden fazla mesele bulmaktadırlar…
İlki, iktidarları ile kendileri arasındaki anlam ve amaç uyumsuzluğu… Bu sorunu çözüme kavuşturacak bir entelektüel zemin kurmada da başarılı olamadılar. Davetçilerin dahi kendi aralarında ciddi sorunlar ve farklılıklar yaşaması başlı başına bir sorun yumağına dönüşmektedir. O zaman yapılması gereken ilk şey; iktidarlar ile Müslüman ahali arasındaki derin ayrımı giderecek bir olgunun varlığa çıkışına zemin oluşturmak ve bunu sağlayacak entelektüel bir hareketi hayata geçirmektir.
İkincisi, Müslümanların tepkilerini doğru koordinatlar üzerinden inşa edecek bir stratejik düşüncenin ve kültürün oluşmasına yönelik bir hamlenin yapılmasıdır. Kendilerine yöneltilen kültürel saldırılar karşısında gerilememeleri için entelektüel zeminde karşı hamleye ihtiyaç bedihidir. Bu açıklık üzerinden entelektüel zemin üzerinden halkın düşünce damarları açılmalı ve ne olup bittiği konusunda kendileri sahih ve sahici bir şekilde bilgilendirilmelidir.
Üçüncüsü ise; Müslümanların tarihsel müktesebatları üzerinden yeniden ayağa kalkacakları bir kültürel vasat ile buluşmalarını sağlamak ve Müslüman olma şuurunun derinliğini keşfettirerek onları modern kültür karşısında savunmadan saldırıya taşıyacak bir pozisyonu inşa etmektir. Ciddi bir entelektüel zemin, bu söylediklerimizi yerine getirecek bir vasata imza atabilir. Tabi ki, kültürel hamlelerin geniş halk kitlelerine ulaşmalarını sağlayacak bir eylem planını da unutmamak lazım. Doksanlı yıllarda şuurlu bir hareketin genel halk kitlelerine ulaşma zemini buldukları hatırlanırsa, nerede yanlışlar yapıldığı tespit edilerek yeniden aynı heyecan ve şuur ile başlamak mümkün hale gelir.
Dördüncüsü, yitip giden şuur adamlarının yerini dolduracak yeni şuurlu adamların varlık sahasına çıkmaları elzemdir. Bu şuurlu adamların varlık sahasına çıkışını sağlayacak olan şey ise, şuuru dikkate alan bir halk kitlesinin yeniden iman davasına sahip çıkması ile gerçekleşebilir bir şeydir.
Yukarıda dile getirdiğim ilkeler hayata geçtiğinde dünyanın geleceğine dair umut besleme imkânı doğar. Çünkü ‘zulüm ile abad olunmaz’ ilkesi gereği, zulüm giderek çoğalmaktadır. Sadece savaşlar değil, açlık, sefalet, yoksulluk ve isteklerin karşılanmasının getirdiği yozlaşma ve yıkım da insanlığın geleceğini olumsuz etkilemektedir.
İnsanlığa büyük bir tuzak kurulmaktadır. Bu tuzak onu insanlığından soyundurarak hayvan derekesine düşürmek ve yeryüzünde onun anlamını yok etmektir. Post human çağ, yapay zekâ ve benzeri arayışlar, uzay çalışmaları, uzaylı dedikoduları, insanın dünyadaki anlamının yitimiyle neticelenir. Hak, hukuk, barış ve adalet kavramları yerini otoriter yapının isteklerine bırakmış durumda… Modern Düşüncenin tasallutundan kurtulabilecek bir zeminin varlık kazandığı bu coğrafya sürekli bir savaş içinde debelenip durmasını sağlayarak orada bir şuurun, bir imanın, bir davanın ayağa kalkmasına engel olunmaya çalışılmaktadır. Buna teşne olmuş içerden hainlerin yardımı ile Müslüman halk, ne yapacağını bilemez halde sadece ayakta kalma, canını koruma ve açlıktan korunma gibi temel durumlara duyarlı hale gelmektedir. Bu da doğal olarak, onu insani vasfını geride bıraktıracak bir zemine karşı duyarsız kılmakta ve nelerin olup bittiği konusunda ise kayıtsız kalmaktadır.
Bu durum sadece Müslümanlar için geçerli olmayacaktır. Elbette ki Avrupa ve Amerika gibi temel ülkelerde de insanlığından vazgeçmeyecek kitleleri susturma payı olarak bu savaşlar öne çıkarılmakta ve yaşamlarını kolaylaştırıcı geçici konumlar sunularak susturulmaya devam edilmektedirler.
İlelebet bu insanlar aldatılamazlar. Uyanacakları günler yakındır. Bu vesile ile insanların nasıl aldatıldığını izah eden çalışmalar yapılması elzem hale gelmiştir. Mesele Müslüman olmak veya olmamak meselesi olmaktan çıkmış, insan kalabilme meselesi haline dönüşmüştür. Hiçbir insan, çoluk, çocuk, kadın kızan, hasta yaşlı demeden insan öldürmeleri meşru göremez! Kimin yaptığının bir önemi olmadan, bu meselenin dile getirilmesi ve dünya insanlarının gündemine taşınması önemlidir. Bir avuç elit insanın tanrıcılık oynamasını seyrederek hayatı yaşanmaz kılanlara karşı sessizliği korumak insanlığın intiharı ile neticelenir. Her sağduyu sahibi kişi ve insan kalabilen her insanın, yek diğer insanla ilişki kurarak bu zulme ve insanlığa düşman duruma itiraz etmesi insani ve imani bir vecibedir.
Bu durumdan kurtulmanın bazı temel parametreleri vardır:
İlkin, mevcut olan bitenin insan yazgısı bağlamında neye tekabül edebileceğine dair bir duyarlılık geliştirmektir. İlk muhatapların Müslümanlar olması başarı imkânını çoğaltan bir durumdur. Ama Müslüman olmayan diğer insan kalabilme mücadelesi veren her insana da ulaşmayı zorunluluk addetmelidir. Olup bitenlerin mevcut düşünce ve kültürel kodlarla birebir ilişkili bir durum olduğunu açık bir şekilde deklare etmekte yarar var. Yani olan bitenin tek bir sorumlusu vardır: o da mevcut düşünceyi inşa eden modern düşünce ve onun izdüşümü olan ilişkiler ağının bizatihi kendisidir.
İkincisi, güçlü bir entelektüel dalga oluşturacak bir kültürel ve entelektüel alışverişi mümkün kılacak zeminlerin kurulmasını sağlamaktır. Dünyanın bir köye dönüştüğü bu günde bunu yapmak zor olmasa gerek! İnsanın anlamını arayan, insanlığın geleceğini önemseyen, insanı kendi hür ve bağımsız karakteri ile varlık sahasında görmeye zemin oluşturacak bir kültürel derinlik ve tuzaklara düşmeme duyarlılığı inşa edilmelidir.
Üçüncüsü, insanlığın sonunu getirecek hamleler yapan örgütlerin, güçlerin, elitlerin, yapıların deşifre edilerek varlıkları apaçık şekilde halkın önüne konulmalıdır ki kimin ne yaptığı konusunda bir kafa karışıklığına meydan verilmesin… Bugün Müslüman dünyada meydana gelen çatışma, kaotik zemin ve savaşlar yarın dünyanın her yerine sıçrayabilir. Bunu gözden kaçıranlar için yarın çok geç olabilir.
Dördüncüsü ise; insanlığını bir değer olarak gören, insana olan güvenini koruyan, bir anlam arayışını sürdüren kişilerin birlikte bir şeyler yapmaya yönelmeleri ve bunu öğrenmeleri elzemdir.
Beşincisi ise; reel gerçekliği geriletecek tek şey yeni bir reel gerçekliktir. Bu yüzden yeni bir reel gerçekliği inşa edecek bir düşünce ve eylem bütünlüğünü sağlamak asli bir sorumluluktur.
Her insan, başını iki elinin arasına alarak yeniden bir düşünmeye hazır olmalıdır. Bir şeyi düşünmeden onu yapmak aldatılmaya açık hale gelmek demektir. Bu yüzden iman etmek kadar düşünmek de elzem bir durumu gösterir. Düşünce insanları bir araya getirir. Burada tek sorun; düşüncenin dayanağının ne olacağıdır. İşte bu noktada da insan olmanın neliği kadar insan kalmanın da neliği meselesini mesele edinmek şarttır.
Adalet ve barışın ikamesi için gereken tek şart: anlamdır. Anlamını yitiren, değerini kaybeder ve değer yoksa güç kendi başına bir değere dönüşerek ayartıcı boyutu ile insanlığı yokluğa tevdi eder. Barışın, tek bir ırkın, düşüncenin, kavmin, milletin ve ulusun meselesi olmadığını bilerek, ‘herkes barış içinde yaşarsa bende barış içinde yaşabilirim’ diyenlerin birlikte yol almaları elzemdir.
Her beş ilkeyi hayata geçirecek olan şuurlu Müslüman fertlerdir. Bu Müslüman fertlerin oluşturduğu güven ile diğer insan fertlerinin de katılımı ile bu dava hayat bulabilir. Dava derken kastedilen şey insanlığın kurtulması davasıdır.